1 Şubat 2014

gardırop




her şey yakın bir arkadaşımın ''sana kimse aşık olmaz lan'' demesiyle başladı. aslında haklı. bunu aslında pek bi' geç anladım. daha yeni bile sayılabilir. gerçi zaman zaman bu idraki yaşıyorum, yani şey demek daha doğru, dönem dönem ben bu gerçeği yeniden idrak ediyorum, unutuyorum, sonra yine idrak ediyorum. ömrüm iki idrak arası unutmakla hülâsa edilebilir.. eskiden böyle konuşurlarmış mîrim. 

yeni nesille ve kendini yeni nesle adapte eden bizim nesille hiç aynı saz teline, aynı bam teline basmıyoruz, basamıyoruz. işte ben de bu minvalde çok sıradanım ve bundan da çok memnunum. ne bileyim, öyle akşam dışarı çıkmam, genelin anladığı şekilde aman aman sosyal değilimdir. hatta tek aman kullansam bile yeridir bu konuda. ''aman''larımı israf etmeyeyim. stajyer de olsam avukatım lan bi kere. hani arada sakal uzatırdım, kirli sakallıktan bi' puan kazanıyım, sempatik görüneyim derdim ama artık onu da yapamıyorum. yumurta gibi dolanıyorum. sohbet desen o da yok, sarmıyor şimdikilerin muhabbeti. yanlış çağda doğdum sanırım. 1700'lü yılların anadolu'sunda doğmuş olsam iyi bir ortam insanı olacağımdan eminim. çok aşığım var derlerdi bana, yani en azından öyle olmasını umuyorum.

arada bloga yazardım, hani bu bir yetenekse, fena da yazmazdım, şimdi onu da beceremiyorum. duygularımı, düşündüklerimi bir bütünlük içinde blog konseptine sokamıyorum artık. sokacak bi' şey kalmamış hafız. daha doğrusu yazacak şeylerime kıtlık gelmiş. lafların tatlı uzamaları yerlerini sündürmelere bırakmış. biraz daha zorlasam kopacak.

nerden geldik kirvem buraya; heh, aşk aradığımı kim çıkardı? kavuştuğumda meşk, kavuşamadığımda aşk olacaksa eğer, ben meşk isterim. aynı sazı çalabileceğim biriyle ama. farklı sazlar çalarsak olmaz, istemem. ama düşün artık ben aslında saz çalmayı da sevmem hatta çalmasını da bilmem. metaforlarım bile can çekişmekte lan. durum o kadar vahim.


az daha sabredin bitiriyorum; hani küçükken yalnız kalmak istediğimizde, evdekiler kızdığında ya da komşunun çocuklarıyla oyun oynarken saklandığımız o annenin çeyizinden kalma gardıroplar vardır ya herkesin evinde. korkardık biraz ama kendimizi de güvende hissederdik. anlayacağınız hem tımarhanemiz hem de huzurevimiz olurdu. şimdilerde ne dertlerimiz ne de dev yarasa vücudumuz sığar oldu gardıroplara. keşke büyükler için de yapsalar, ne güzel olurdu. di mi?

5 Ocak 2014

brokoli


keşke ismi kadar karizmatik olsaydın be broko.. nedense zayıf ve güzel mümessil hanım kızlarımızda bağımlılık oluşturan bu bitkiyle aramız hiç iyi değil. çek bi' sandalye dertleşelim şehzade.. efendim bu sebzemiz şekil itibarıyla karnabahar'ın amcasının oğluna benziyor olması hasebiyle son zamanlarımın korkulu rüyası. evet dostlar, annenin yenmemesine rağmen ısrarla pişirdiği brokoli zulmünden muzdaribim.

ben tabiat itibariyle timsahgillerden geliyorum. cüsse itibarıyla hastanede karıştırılma ihtimalim de yok, kasımda kim doğar ki lan zaten.. muhtemelen afrikada bir nehirden çalınıp bu güzel insanlara kakalandım, zaman içinde de insana benzedim. bakma öyle, mümkün bunlar. sonuç olarak et benim ana besin kaynağım. yok hakkaten öyle, domates bile yiyemeyen biriyim ben. gel gör ki kantarda  3 hanelere yaklaştığı  boyutlara ulaşıncai annem korkuyla bu brokoliyi önüme koydu.  aslında acayip etkili bir yöntem. benim gibi etçilleri yemeden içmeden soğutabilir. gerçi sonra damağımda bıraktığı tadı yok edebilmek için daha çok kendimi yemeğe verdim ama olsun; bana yan etki yaptı, başkasında tutabilir, orasını ben bilmem, eşi... öhöhöh sululuğa gerek yok.. 

işin aslı, brokoli öyle makyajsız da gelmedi önüme. çeşitli fabrikasyondan geçirilmiş, gelinlik giymiş genç bir kız gibi süslendirilmiş, saçları zeytinyağlanmış, vazgeçemediğim limon koluna girmiş, bilumum et yemeklerinin yandaşı olan maydanoz ve daha bir kaç çeşit tanıdık simayla harmanlanarak daha bir arkadaş canlısı, daha bir tanıdık hava verilmiş brokoliye.. ilk bakışta her şey çok güzel; ancak makyaj lan işte bunlar.. sabah olup da makyajı aktığında görmezden gelemiyorsun. acı gerçekle başbaşa kalıyorsun. çektik, biliyoz olum.. kendisinin o sıradışı tadı ve kokusu bütün yanındaki sunni güzelliklere baskın çıkıyor. dedim madem götü göbeği saldık anacım uğraşmış gelinlik kız edasıyla özenle süslemiş yemeği bi' deneyelim dedim; demez olaydım. nolurdu ''canım istemiyo, karnım tok'' diyip bakkal ramazan'la geyiğe diye çıkıp pideciye uğrasaydım. neyse, sadede geliyorum; 
çiğnemeye başlıyorum ancak bir türlü kursağımdan aşağı indiremiyorum meredi.. kursağım bana karşı geliyor, isyan ediyor, söz geçiremiyorum mirim vücuduma. ikna çabalarım da kifayetsiz kalıyor. bu sefer savaş planımı değiştiriyorum, çiğnemeden yutmaya kalkıyorum; ama brokoli dediğin ağaç gibi lan işte. biraz evvel kendisini almayan kursağa saplanıp kalıyor ve intikamını emsali mohaç meydan muharebesinde bile görülmemiş bir tarzda alıyor. öksürte öksürte anamı ağlatıyor.. böylesine de gururlu, istenmediği yere postasını koyuyor. olan yine benim diyete oluyor. başlamak üzere olduğum; ama bir türlü başlayamadığım diyetlerin arasına bir yenisi daha ekleniyor. 

sonuç: yemişim diyetini. bir yemediğim o kalmıştı. 

6 Eylül 2013

halitus

uzun zamandır yaz-a-mıyordum, nedeni yoğunluktan değil, anlatacak yazacak bi' şey bulamamaktandı a dostlar. son 2 aydır sikko giden hayatımı anlatıp sizin de canınızı sıkmak istemem. benim yazacaklarım duyguları salık vermek olacak bu sefer. ne diyodum, ha duygu. uzun zamandır hissedemiyordum ben bunu. tanıyanlar bilir, ketum, içine kapanık biriyim, anlatmayı sevmem ama yazmayı severim. benim sıkıntım da bu tam olarak, anlatamıyorum derdimi. girizgahı da yaptık madem, biz karalayalım da belki devamı gelir.

sevginin nerden çıkacağını bilmediğinden önlem almak da pek mümkün değil. bazen başına geleceğini bile bile gidersin ama bazen de aklının en ücra köşesinden dahi geçmezken aşk, bir tuzak kurar ve tamamen başka bir gaye için kazdığın kuyuyu kendi toprakları içerisine  katar, seni de bildiğin kölesi yapar, atar o kuyunun dibine.

aşka düşmek; direk gavur dilinden çevrilme ama aşkın insana yaşattıklarını ''aşık olmak'' kalıbından çok daha doğru ifade ediyor. aşka düşersin biraderim. budur yaşattığı. aşk, olunan bi şey değildir, düşülen bi' şeydir. rüyanda düşmek gibi değil tabi olum. ancak aşk bir kuyudur, her halükarda düşersin, ya boğulursun ya da kuyuda yüzersin. eh işte, kuyuda yüzmek de ne kadar keyifli olur sen düşün. aşk, düştüğün bi çukurdur. seni sakatlar, seni yaralar, yorar. ya onu bırak amına bile koyar adamın.

hani bana inanmıyorsan nabi'yi, fuzuli'yi, kurcala halk edebiyatı yapıtlarını, onları gözün kesmiyorsa yaz google'a aşkla ilgili açılan başlıkları, onları oku. sonra onların içindeki duyguyu çıkart. ortaya tek bir şey çıkar; aşığın kavuşamadığından şikayeti. yok birader. mutlu aşık yok. olmuyor. ulan insan bi' şeyin içine düşer, kafayı gözü yarar, sağı solu kanar da mutlu olur mu? mazoşist miyiz ulan biz? yok öyle bi' şey hafız. işte bütün bu deliller neticesinde aşık olmak yoktur dostum, aşka düşmek vardır. düşer kalırsın. kalakalırsın aha böyle.

ya şimdi nerden çıktı bu aşk, meşk gibi bamteli konulara girmek? bi' yerden çıkmadı aslında. öyle içimden geldi. şş, yanaş bakayım yamacıma sen. kuyruk acısı gibi bu. her ne kadar geçti gitti desen de bazen o aşk acısı, domdom kurşunu gibi, girdiği yerden sızlıyor ara ara, öyle çok değil ama bazen bi' şeyler onu hatırlatıyor, sızlıyor işte kafir.

aşk hesaba kitaba gelmiyor maalesef. kader ağlarını örer, sen de baş rolmüşsün gibi figüranlığını yerine getirirsin güzel abim. arada role müdahale edesin gelir, doğaçlama bi' şeyler yapayım la ben de dersin, ama yine de yönetmenin dediği olur. neticede filmin sahibi yönetmendir. oyuncu parasını alır, rolünü oynar, köşesine çekilir. role kendini çok fazla kaptırınca iş boka sarıyor; ama naparsın işte, ben de öyle bi oyuncuyum. rolümü eldiven gibi giyiyorum. ceremesini de çekiyorum, çektim.

şimdi gelelim aşk; şikayetlere, mutsuzluğa, işin gücün ters gitmesine, hayattan soğumaya neden oluyorken neden bu kadar çok tutulan bi şey lan? valla ben de bilmiyorum. o heyecan, vücudun serotoninle dolması, kalp atış hızının çufçuflaması, sonra ardinal falan derken sersem gibi oluyorsun işte. aslında seni yoran bi' şey ama keyif de veriyor bir yandan zalım. lunapark gibi. mesela ben gondoldan her inişimde tövbe ederim bi daha binmeyecem diye, ama her gidişimde de binerim o gavur icadına. stockholm sendromu. öğrenilmiş çaresizlik. çekiyoruz işte. bunun mantıklı bir izahı yok.

yani sen de bu yazıda ''neden aşık oluyoruz madem?'' sorusuna bir cevap arıyorsan bana çok önem veriyorsun, benden çok şey bekliyorsun demektir. bu güzel düşüncelerin için teşekkür ederim, ancak ben hiç öyle biri değilim. her şeyi bi' şekilde çözebilirim ama aşkı çözemem biraderim. tabi günümüzün dejenere olmuş, laylaylom aşklarını rahatlıkla çözerim; amma sabahtan beri ben neden bahsediyorum la? nerenle okuyorsun bilmiyorum ki. burda gerçek aşk'tan bahsediyorum ben. gerçek aşk'ı ben nasıl çözeyim? ha bu arada bu sene soruları tubitak hazırlıyomuş, çözememem normal.

aşkın şey tarafı da kötü; şimdi aşka ''düşüyosun'' ve derdini maşukuna anlatmaya çalışıyorsun ya, orası çok sıkıntı. ulan eveliyorsun geveliyorsun, ne yapacam lan ben deyip bilcümle yakın arkadaşlarının kafasını ütüden geçiriyorsun, aslan kesiliyorsun ama o'nun karşısına geçince süt dökmüş kediye dönüyorsun ya, orası da çok kötü valla. gerçekten ben o hallerimi düşününce, ulan hayatta yapmam dediğim ne kadar dediğim şey varsa hepsini o dönemde yapmışım.

şimdi hemen özgüven falan deyip kızın karşısına çıksaydın diyerek nutuklar atma bana, sanki ben onu bilmiyorum, durum onları gerektirdi işte amk. işte böyle, aşk meşk işleri maymun ediyor insanı. ulan iki de bir de aşk meşk diyorum ama ortada meşk falan yok, yanlış anlamayasın. kavuşursan meşk olur kavuşamazsan aşk olur misali, benimki hep aşk oldu. yoksa meşki kim kaybetti ki ben bulayım? ama çok aradım. aradım, bulamadım.

bi' de bu aşk hep umut-umutsuzluk arasında gidiyor ya, o da kötü, sana göre iyi gibi olabilir ama toplamda kötü işte. bence öyle. seni bilmem ama. ne desem boş sana. zehirlenmeye başladıysan yavaş yavaş, ben ne desem boş şimdi. bi' kulağından girer, ötekinden topuklaya topuklaya çıkar. umuyorum ki fazla uzağa gitmiş olmasın. bir umutlanırsın, bir umudunu yitirirsin, follofoş eder adamı. oluyor, olmuyor, oluyor, olmuyor derken bir bakmışsın ki papatya falından medet umar olmuşsun.

mesela şimdi sen; bu yazıyı okuyorsun, başkaları da okuyor, okuyan aşıksa daha kötü zaten. şu yazdıklarımın üç aşağı beş yukarı benzerlerini bir sürü insan bir sürü yerde yazmıştır daha önce, sen de muhakkak okumuşsundur ama işte aşıksan bu yazıdan derdine derman bir şey çıkmasını umut ederek okumaya devam edersin. yok dostum, yaşayıp göreceksin. öyle burdan kapacağın numaralarla bu iş olmaz, olmuyor da. onlar hikaye. onlar fasa fiso. bak bu kadar da kesin konuşuyorum. yaşa, eben bi' sikilisin anca öyle öğrenirsin. bu işler böyle.

ya şimdi ben sen öylesindir demiyorum ama bu satırları yazarken bir anlaşılamama korkusu da yaşamıyor değilim. yaşıyorum. şimdiki aşıklar çok reroro diyip yazının ciddiyetine halel getirmek istemem ancak gerçekten şimdiki aşıklar çok reroro. mesela geçen facebooktayım, işte arkadaş listemden biri önce in a rileyşinşip oldu, işte millet hemen toplandı oraya, bir sürü tebrik,  efendime söyleyeyim ikram izzet, adamın sanki düğünü oldu, öyle bi hahiş.

bir iki gün sonra, kesinlikle üç gün değil, bu hatun singıl oldu. ulan yine toplandı aynı kurt sürüsü. sanki her an hazırda bekliyorlar. alayı avcı bunların var ya. sonra bi teselliler, siktir etler canımlar, sen daha iyisine layıksınlar aldı yürüdü. yine birbirlerini ikramladılar, izzetledir, körler sağırlar, birbirlerini ağırladılar.

hal böyleyken aşka dair derin derin yazdığım şeylerin anlaşılabileceğini düşünmüyorum. yani okuyan arkadaşların en azından böyle olmamalarını umuyorum. anlaşılmasa da, anlatamasam da ben kendi sıkıntımı döküyorum ya, o bile yeter. mutluyum. maksat yazıyı uzatayım, okuyanlar azalsın. samimi bi' kaç gerçek aşk mağduru kalalım.

dostum, ben aşka dair burda sayfalarca şey yazabilirim sana; akşamdan sabaha, sabahtan geceye. lafı yeterince uzattım, maksadım sen sabrı öğren. zaten şu kısacık yazıyı okumaya sabır gösteremiyorsan, senden iyi aşık olmaz. sürüneceksin lan daha, kafanı yerden kaldıramayacaksın, gözlerin kan çanağına dönecek, aklın beynin deforme olacak. sen 10 dakkalık yazıyı okumaya bile tahammül edemiyorsun. yok dostum yok, aşk o zaman sana göre değil. yazısına tahammül edemeyen, kendisini hiç çekemez. yol yakınken dön, zaten dönersin de.

en iyisi ben sözü mevlana'ya veriyim. cem yılmaz'ın dediği gibi, ''bana inanmıyorsan ona inan, beni dinlemedin, bari onu dinle''

aşıkların kanı durmayacak
gönüllerden biteviye akacak
bu bucağa sığınan senin kanlı bakışındır
o büyük sahrayı sunan senin nergis gözlerin
sarhoşça gelen de onlar, gönüller çalan da onlar
adamı can evinden vuran da onlar...

21 Temmuz 2013

berberin badisi olmak


sen zannediyor musun ki bu ''olmak'', olmakların en hayırlısı? zannediyor musun ki berber kankası olmak bir Jean Reno olmak kadar havalı? hayır dostlar hayır, alakası yok. bu ''olmak'' kendiliğinden gelişen bi' süreç. yönlendiremiyosun, önüne geçip müdahale edemiyosun sonra bi' bakmışsın ki berbere olur olmaz vakitlerde uğrayan, onun can dostu ve yan koltukta oturup muhabbeti harmanlayan adamı olmuşsun.

nasıl gelmiştim bu aşamaya? berberim ramazan'la olan ilk günlerimizi hatırlıyorum. caddenin köşesine açtığı ilk dükkanı, ilk tanışıklığımızı ve beni ilk kez alaburus edişini düşünüyorum. başlarda her şey çok güzeldi. o bana nazik, ben de ona anlayışla davranıyordum. sonraları ramazan'ın kaçamak bakışları, omuz başlarıma titrek titrek sürtünmeleri. benim ürkek bir genç kız gibi huylanıp geri kaçışlarım.. ramazan'ın kulak kıllarımı çakmakla özenerek yakışı.. hepsi aramızdaki seviyeli ilişkiye renk katıyordu. böyle anlarda ikimizin de yanakları genç aşıklar gibi kızarıyordu, bazı şeyleri istiyorduk ama dillendiremiyorduk. fesatsın biraderim. dur hele bi sandalye çek de anlatalım..

sonra bir gün şans kapıyı açtı bize. yerel seçim dönemi bize içimizi dökme fırsatı verdi. ramazan'ın gazeteden yüksek sesle okuduğu haber üzerine karşılıklı fikir alışverişinde bulunduğumuz amansız yorumlar getirdiğimiz bir tıraşın sonunda olanlar olmuştu. bazı şeylere engel olan aramızdaki o resmiyet duvarı bir anda yıkılmıştı. bi' baktım ki berberden çıkarken ramazan'la telefon numaralarını kaydediyoruz. allah'ım nasıl da hızlı savrulmuşum meğersem.. hiç ağırdan satamamışım kendimi. bir yerel seçim haberine tav olmuşum. ulan o değil de bugün ramazan'la olan samimiyetimizin ''mimarı'' kadir topbaş lan. adamın hayatlarımıza yaptığı kelebek etkisi ortada.. bunun bizzat deliliyim.

bu güzel dostluk zaman içerisinde filizlendi, dallandı.. berbere gideceğim zamanları iple çeker oldum. normalde ayda bir berbere giderken, iki haftada bir gider oldum. ramazan diğer tıraşları 20 dakikada hallederken beni 1.5-2 saatte dahi bırakmıyordu koltuktan.. veriyorduk sohbetin gözüne gözüne, gevir gevir gülüyorduk karşılıklı. berberi ramazan'la benim şen kahkahalarımız kapılıyordu.. çırak kaan, çayın birini getirip birini götürüyordu. karşılıklı tütün ikramlarının önünü alamıyorduk. ramazan'la iyice sıkı fıkı olduk. eski aşklarımızın bizde bıraktığı acılardan bahseder olduk.. anılarımızı harmanladık. her şey çok güzelken; hayatımdaki en düzenli ve zahmetsiz ilişkiyi yaşadığımı düşünürken ramazan, o hayatımı değiştiren cümlesini kurdu bana: ''Musa, kardeş, sen böyle sadece tıraştan tıraşa gelme artık buraya, çayımı içmeye gel, hafta 1-2 kez uğra...''

ben böyle olacağını bileydim atlar mıydım hiç bu teklifin üstüne? resmen berber yancısı oldum çıktım lan. otobüsten iner inmez ramazan'ın yanına gider oldum. ben gitmesem, durak tam berberin önünde olduğundan ramazan kendi çağırır oldu. müşterinin az olduğu günlerde, ramazan evi arar oldu gidiyim de sohbet edelim diye. tam bir işkenceymiş amk, ızdırapmış berber yancılığı, onu anladım ben. bi' de biraz, ayıptır söylemesi, şurda biz bizeyiz, gittiğim yeri benimseyen biriyim. öyle çok atılgan sayılmam. klasik, ataerkil berber yancılarında gördüğümüz berber'in yaptığı menemene ortak olma, jölesini hunharca sürme, saç kurutma makinasından doyasıya istifade etme, enseyi ve favorileri beleşe aldırma gibi nimetlere yanaşamıyorum bile. utanıyorum amk.. hani aklıma geliyor, ama çırak kaan çay getirirken bile anama söver gibi bakıyor. bu tür bir berberden faydalanma yoluna gitsem kimbilir neler der velet? bu lafları içerden de olsa kaldırmaz benim bünyem. içerlerim..

bi' de hafız, bu berber yancılığı zor görev. eski yancılar tarafından kıskanılıyosun.. hasetle bakıyolar sana. gördüğünüz gibi çetin bu bir mücadele a dostlar.. öyle yancı olunca her şey bitmiyor. hürrem sultan kanuni'nin gözdesi olmak için tonla oyun yapıyor ya haremde, ben de 30 metrekarelik berberde öyleyim amk. bi' yandan ramazan'ın gözdesi olarak yerimi korumaya çalışırken, bir yandan da altımı oymaya çalışan eski yancıların ve yeni yancı adaylarının çıkışlarını manipüle etmek zorunda kalıyorum. onlar bi' şey söyledikçe ben daha yüksek sesle konuşup konuyu başka mevzulara odaklıyorum. ramazan; koskoca mahallenin erkek berberinin, erkekler tarafından paylaşılamayan erkeği konumunda. gülme evleviyetini siktiğim. gerçek bunlar..

şimdi diyeceksin ki ''lan madem böylesine zorlu bu iş, hem sana ramazan teklif etmiş, çıkarın da yok, neden devam ettiriyorsun o vakit?'' diye. ya babado inan bak verebileceğim mantıklı bi' cevabım yok. sadece ölesiye o koltuğu korumak istiyorum. bakın ramazan'ın dükkanda 3 tıraş koltuğu var, 2 berber var, dolayısıyla koltuğun biri boş. demek ki o koltuk yancıya ait. yani
 bana ait.. hem de televizyonun dibinde. berberin en havalı koltuğu lan. bu koltuktan nasıl kolay kolay vazgeçer insan? sorarım size..

gerçi tv'de öyle ciddi bi' program da izlenmiyor ya.. öğlen 13 sularında uğur aslan ve songül karlı ile su gibi, saat 15 sularında zuhal topal'la izdivaç ve saat 17 sularında esra erol'la ben evleniyorum izleniyor her gün. bunlar ramazan'ın favori yayınları. ben de alıştım izleye izleye.. çok hararetli tartışmalar dönüyor biraderim senin o burnunu kıvırdığın programlarda. sanarsın antik yunan döneminde forum ortamı var.. gelen adaylar hayat, varlık, benlik, ide gibi konularda çok acayip çıkarımlarda bulunuyorlar. karşılarına gelen adaylarda bu düzeyde bilgelik arıyorlar. haliyle demirçelik'den emekli amcam o teyzenin isteklerini karşılayamıyor. hayır, amca çok normal. sadece teyzem çok uçmuş.

ulan peki ben berber yancısı olarak böyle vericiyken, la şimdi verici dedim diye hemen bozma kalbini, manevi anlamda söylüyorum gadasını aldığım.. işte ben böylesine vericiyken ramazan ne yapıyor? belki kalbimi kırmıyor, belki bana sevgi gösterilerinde bulunuyor ama o kadar.. geçen hafta bizimkilerin evlilik yıldönümüydü. ''gidiyim de babama ramazan'dan parfüm alıyım'' dedim hediye olarak. neyse, ramazan'dan istedim şöyle güzelinden bi' koku. ''hemen verelim Musa gardaş'' dedi. bir parfüm uzattı. markası black jack. ''avrupa'dan gelmedir, dünya kalitesindedir, kokusunu bu ülkede bulamazsın'' diyerek verdi bana gazı, verdi bana gazı, ''tamam alıyorum'' dedim. kaçırır mıyım la hiç?

- kaç para borcum ramo?
- sana 8 lira olur kardeşim.

sevinçle alıyorum parfümü ramazan'dan. ''biz çok iyi dostuz, kardeşiz lan hatta'' diye düşünüp seviniyorum. ''bana koskoca black jack parfümü, avrupa'dan gelmiş, 8 liraya verdi'' diyorum. ''başka yerde kimbilir kaç paradır?'' diye düşünüp ramazan'a karşı içimde büyük bir sevgi dalgası kabarıyor. parfümün kutusundaki yazıları okumak içine arka yüzeyini çeviriyorum. ''bu şişe hadımköy tesislerinde doldurulmuştur'' yazıyor. sonrasında gözümden bir damla yaş geliyor.

sikilmemiş bir kulak arkam kalmıştı, orasını da ramazan gözüne kestirmiş, hadımköy sayesinde anlamıştım.

17 Temmuz 2013

aile reisi dediğin iyi karpuzu seçmeli.


artık mutabık olduğumuz bir konu var ki; aile babası olmanın en önemli niteliklerinden biri de şerbet gibi karpuzu seçebilmektir. bir babanın sağda solda anlatılan anlarından birisidir seçtiği karpuzun kıpkırmızı, kurabiye gibi çıkması. o sıra o babanın gözlerinin nasıl parladığını, nasıl bir sevince boğulduğunu anlayacaksınız. dünyalar onundur artık. para, pul, kariyer.. koy götüne.. adam karpuz seçmiş, var mı ötesi..

ben de şu yaşımda bunu anladım ki; evlenebilmek için en önemli şartlardan biri buymuş dostlar.. iyi karpuzu seçebilmek. karpuz seçemeyen bir erkekten iyi bir koca, ideal bir baba olmaz, olamaz. çatırdar o ailenin temeli, yürümez. ciddiyim. var böyle aile babaları, karpuzu seçemiyorlar, acı ama gerçek. üzülerek söylüyorum, yarayan kanamızdır bu adamlar. akşamları duble rakıları götürmelerinin sebebi başka bir şey değil. çocuklarına kral bir karpuz yedirememenin verdiği hüzünden ötürü adam kendini içkiye veriyor. seni anlıyorum aile babası bey.. 


böyle babalar için kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri, belediyeler ve diğer vakıf, dernek ve tüzel kişiler tarafından derhal kurslar açmalı ve ''iyi karpuz nasıl seçilir?'' konulu seminerler verip eğitmeli bu insanlar. ailelerin huzurunu ve mutluluğunu sağlamak bir devletin en önemli görevlerinden biridir dostlar. zira aile huzurluysa, devlet de huzurludur.

14 Temmuz 2013

meyvelerin intikamı


herhangi bir meyveyle ciddi bir münasebetim olmadı bugüne değin. ''ay ben meyvesiz yaşayamam, meyve şöyle vitaminlidir, böyle terelellidir...'' diyenleri hiç anlayamıyorum. la bebe mis gibi et familyasi varken; kebaplar, İskenderler, pideler, lahmacunlar sağı solu süslerken masamızı meyveye midemde yer açmaya ne gerek var.. yazları köyde güneşin altında çalışırken serinlemek için yufka ekmeğin arasına karpuzla peynir düren, doymak istediğinde de domates biber düren dayımı taklit etmek için arada bir bende yapmıştım bu tür çılgınlıkları. fazla güzel olmuyordu ancak yeni ‘’gastronomik’’ deneyimlere açıktım. ta ki bir gün tartının üstüne çıkıp tartının beni tartmaktan aciz kaldığını görene kadar.. basküle çıktığımda içindeki mekanizmadan gelen ''aşırı sıkıya gelince böğüren insan efekti'' sesini bugün bile unutamam. aile meclislerinde halen anlatılır, konuşulur, gülüşülür.

tartının nerdeyse dile gelip, bir tek ''zayıfla artık gadasını aldığım'' demediği kalmıştı bana. bende o gaipten gelen sese uydum. işte o gün bugündür meyve familyası benden şiddetle intikamını alıyor. meyve salatasıyla insan doyar mı ulan? bir sürü elma, kiraz, kayısı, armut, erik dilimleri tabağımda dans ediyor, ne şekle girerlerse girsinler, ne tür makyajlarla önüme çıkarlarsa çıksınlar bir türlü gözüme güzel gözükmüyorlar. belki biraz muz, üzerine biraz da bal.. o da kabız ediyor anasını satıyım. işin ilginç yanı doymak için nerdeyse kamyonlarca meyve yiyorum gene doymuyorum. Makarnayla, hoşafla bile ekmek yemeden doymayan bir milletin çocuğu olarak şimdiki düştüğüm durum içler acısı. bana bunları yapacağını bilseydim meyvelere karşı daha insaflı olurdum. sadece yaş pastaların içindeki çikolata kremalıları değil önüme gelen bütün meyveleri yerdim. hayattan ders almaya devam ediyorum a dostlar..

ben bunu niye yazdım diye düşünüyosunuzdur şimdi, hemen söyleyeylim benim bu meyvelerden bi dileğim var; o'nlara yaptığım bütün haksızlıkları affedip beni azad etsinler yeter. tekrardan kebapların, pidelerin, iskenderlerin kollarına atılıyım. gerçi bir de ''sebze'' denilen ot familyası var muzdarip olduğum, o meyveden daha da beter. o aklıma geldikçe ekşi yeşil elmaya razı oluyorum. bakıyorum da, resmen sıratta kalmışım lan. çilem bitmez benim a dostlar...

12 Haziran 2013

paketlenmiş huzur programları


yıllardır bekliyorum, ''bi' ara şu kamil'e de uğrayayım da biraz sevinsin..'' diye, ama hayırsız yan komşuma kadar geliyor, kapımın önünden geçiyor, dönüp kapı zilime basmaya tenezzül etmiyor.

en son kendisiyle olan karşılaşmamızı hatırlayamıyorum. çok zaman geçmişse demek ki. hiç merhameti yok. yıllarca ümit verip beni peşinden koşturan sonrada ''beni yanlış anlamışsın'' deyip kıçıma güzel bir tekme basan eski sevdiceğimden daha acımasızmış meğer.. bazen gelip bende epey kalacak gibi bir çoşkuyu veriyor bünyeme, amma velakin sonunda daha kötü bir sıkıntıyla baş başa bırakıyor beni. hiç affı yok. koyuveriyor çocuğu.

yeni farkettim, yıllardır yaptıklarımın sebebi o'nun bende kalması içinmiş. hala da o'nun için çabalıyorum. bütün eğitim hayatım; girdiğim anadolu lisesi sınavları, ünivesite hayatım, miyopu -3.5'e çıkaran hukuk kitapları, bitmeyen kanunların hepsi bir parça huzur içinmiş. sanırım hayatımdaki en büyük tezatlarsa bütün bunların haneme kattığı ekstra huzursuzluklardır. huzur ararken huzursuzluklarla baş başa kalmak.. şimdi ufka baktığımda görüyorum ki; çok uzakta çevrem tarafından sık sık hatırlatılan ev bark kurup çoluk çocuk sahibi olma teranesi, bol kazançlı iş kapısı hayalleri, daha rahat, daha hızlı bi' ulaşım için yüz binlerce lira harcanıp alınacak arabalar, daha konforlu, daha geniş bir yaşam için yine diğerinden daha fazla binlerce liralar harcanıp alınacak evler. bunların hepsi bana huzuru getirmek için önüme sunulan paketlenmiş hayaller. oysa ki sırf bunların hayali bile bünyeme yeterince huzursuzluk katarken, nasıl bana huzur verecekler çözebilmiş değilim.

bense, bütün bu dayatılmış paket huzur programlarına rağmen huzuru, okuduğum bir hikayede, izlediğim bir filmde, kimsenin yüzüne bakmadığı bir temizlik işçisine ''kolay gelsin'' dedikten sonraki gözlerindeki parıltıda, yapabileceğim ufacık bir iyilikte, bir tebessümde arıyorum. tüm bu dayatılan huzur paketleri ortada dolaşırken kendimi rahat hissettiğim bir huzur anlayışını bulabileceğimi ve hatta bir kaç kişiye de bulaştırabileceğime inanıyorum. yoksa niye yaşamaya gereksizce devam edeyim ki? yeterince hukukçu, kalantor adam yok mu sanki? ha, eğer bi' gün yolunu sapıtıp da huzur kapımı çalarsa, ona da her zaman kapım açık. beklerim.