6 Eylül 2013

halitus

uzun zamandır yaz-a-mıyordum, nedeni yoğunluktan değil, anlatacak yazacak bi' şey bulamamaktandı a dostlar. son 2 aydır sikko giden hayatımı anlatıp sizin de canınızı sıkmak istemem. benim yazacaklarım duyguları salık vermek olacak bu sefer. ne diyodum, ha duygu. uzun zamandır hissedemiyordum ben bunu. tanıyanlar bilir, ketum, içine kapanık biriyim, anlatmayı sevmem ama yazmayı severim. benim sıkıntım da bu tam olarak, anlatamıyorum derdimi. girizgahı da yaptık madem, biz karalayalım da belki devamı gelir.

sevginin nerden çıkacağını bilmediğinden önlem almak da pek mümkün değil. bazen başına geleceğini bile bile gidersin ama bazen de aklının en ücra köşesinden dahi geçmezken aşk, bir tuzak kurar ve tamamen başka bir gaye için kazdığın kuyuyu kendi toprakları içerisine  katar, seni de bildiğin kölesi yapar, atar o kuyunun dibine.

aşka düşmek; direk gavur dilinden çevrilme ama aşkın insana yaşattıklarını ''aşık olmak'' kalıbından çok daha doğru ifade ediyor. aşka düşersin biraderim. budur yaşattığı. aşk, olunan bi şey değildir, düşülen bi' şeydir. rüyanda düşmek gibi değil tabi olum. ancak aşk bir kuyudur, her halükarda düşersin, ya boğulursun ya da kuyuda yüzersin. eh işte, kuyuda yüzmek de ne kadar keyifli olur sen düşün. aşk, düştüğün bi çukurdur. seni sakatlar, seni yaralar, yorar. ya onu bırak amına bile koyar adamın.

hani bana inanmıyorsan nabi'yi, fuzuli'yi, kurcala halk edebiyatı yapıtlarını, onları gözün kesmiyorsa yaz google'a aşkla ilgili açılan başlıkları, onları oku. sonra onların içindeki duyguyu çıkart. ortaya tek bir şey çıkar; aşığın kavuşamadığından şikayeti. yok birader. mutlu aşık yok. olmuyor. ulan insan bi' şeyin içine düşer, kafayı gözü yarar, sağı solu kanar da mutlu olur mu? mazoşist miyiz ulan biz? yok öyle bi' şey hafız. işte bütün bu deliller neticesinde aşık olmak yoktur dostum, aşka düşmek vardır. düşer kalırsın. kalakalırsın aha böyle.

ya şimdi nerden çıktı bu aşk, meşk gibi bamteli konulara girmek? bi' yerden çıkmadı aslında. öyle içimden geldi. şş, yanaş bakayım yamacıma sen. kuyruk acısı gibi bu. her ne kadar geçti gitti desen de bazen o aşk acısı, domdom kurşunu gibi, girdiği yerden sızlıyor ara ara, öyle çok değil ama bazen bi' şeyler onu hatırlatıyor, sızlıyor işte kafir.

aşk hesaba kitaba gelmiyor maalesef. kader ağlarını örer, sen de baş rolmüşsün gibi figüranlığını yerine getirirsin güzel abim. arada role müdahale edesin gelir, doğaçlama bi' şeyler yapayım la ben de dersin, ama yine de yönetmenin dediği olur. neticede filmin sahibi yönetmendir. oyuncu parasını alır, rolünü oynar, köşesine çekilir. role kendini çok fazla kaptırınca iş boka sarıyor; ama naparsın işte, ben de öyle bi oyuncuyum. rolümü eldiven gibi giyiyorum. ceremesini de çekiyorum, çektim.

şimdi gelelim aşk; şikayetlere, mutsuzluğa, işin gücün ters gitmesine, hayattan soğumaya neden oluyorken neden bu kadar çok tutulan bi şey lan? valla ben de bilmiyorum. o heyecan, vücudun serotoninle dolması, kalp atış hızının çufçuflaması, sonra ardinal falan derken sersem gibi oluyorsun işte. aslında seni yoran bi' şey ama keyif de veriyor bir yandan zalım. lunapark gibi. mesela ben gondoldan her inişimde tövbe ederim bi daha binmeyecem diye, ama her gidişimde de binerim o gavur icadına. stockholm sendromu. öğrenilmiş çaresizlik. çekiyoruz işte. bunun mantıklı bir izahı yok.

yani sen de bu yazıda ''neden aşık oluyoruz madem?'' sorusuna bir cevap arıyorsan bana çok önem veriyorsun, benden çok şey bekliyorsun demektir. bu güzel düşüncelerin için teşekkür ederim, ancak ben hiç öyle biri değilim. her şeyi bi' şekilde çözebilirim ama aşkı çözemem biraderim. tabi günümüzün dejenere olmuş, laylaylom aşklarını rahatlıkla çözerim; amma sabahtan beri ben neden bahsediyorum la? nerenle okuyorsun bilmiyorum ki. burda gerçek aşk'tan bahsediyorum ben. gerçek aşk'ı ben nasıl çözeyim? ha bu arada bu sene soruları tubitak hazırlıyomuş, çözememem normal.

aşkın şey tarafı da kötü; şimdi aşka ''düşüyosun'' ve derdini maşukuna anlatmaya çalışıyorsun ya, orası çok sıkıntı. ulan eveliyorsun geveliyorsun, ne yapacam lan ben deyip bilcümle yakın arkadaşlarının kafasını ütüden geçiriyorsun, aslan kesiliyorsun ama o'nun karşısına geçince süt dökmüş kediye dönüyorsun ya, orası da çok kötü valla. gerçekten ben o hallerimi düşününce, ulan hayatta yapmam dediğim ne kadar dediğim şey varsa hepsini o dönemde yapmışım.

şimdi hemen özgüven falan deyip kızın karşısına çıksaydın diyerek nutuklar atma bana, sanki ben onu bilmiyorum, durum onları gerektirdi işte amk. işte böyle, aşk meşk işleri maymun ediyor insanı. ulan iki de bir de aşk meşk diyorum ama ortada meşk falan yok, yanlış anlamayasın. kavuşursan meşk olur kavuşamazsan aşk olur misali, benimki hep aşk oldu. yoksa meşki kim kaybetti ki ben bulayım? ama çok aradım. aradım, bulamadım.

bi' de bu aşk hep umut-umutsuzluk arasında gidiyor ya, o da kötü, sana göre iyi gibi olabilir ama toplamda kötü işte. bence öyle. seni bilmem ama. ne desem boş sana. zehirlenmeye başladıysan yavaş yavaş, ben ne desem boş şimdi. bi' kulağından girer, ötekinden topuklaya topuklaya çıkar. umuyorum ki fazla uzağa gitmiş olmasın. bir umutlanırsın, bir umudunu yitirirsin, follofoş eder adamı. oluyor, olmuyor, oluyor, olmuyor derken bir bakmışsın ki papatya falından medet umar olmuşsun.

mesela şimdi sen; bu yazıyı okuyorsun, başkaları da okuyor, okuyan aşıksa daha kötü zaten. şu yazdıklarımın üç aşağı beş yukarı benzerlerini bir sürü insan bir sürü yerde yazmıştır daha önce, sen de muhakkak okumuşsundur ama işte aşıksan bu yazıdan derdine derman bir şey çıkmasını umut ederek okumaya devam edersin. yok dostum, yaşayıp göreceksin. öyle burdan kapacağın numaralarla bu iş olmaz, olmuyor da. onlar hikaye. onlar fasa fiso. bak bu kadar da kesin konuşuyorum. yaşa, eben bi' sikilisin anca öyle öğrenirsin. bu işler böyle.

ya şimdi ben sen öylesindir demiyorum ama bu satırları yazarken bir anlaşılamama korkusu da yaşamıyor değilim. yaşıyorum. şimdiki aşıklar çok reroro diyip yazının ciddiyetine halel getirmek istemem ancak gerçekten şimdiki aşıklar çok reroro. mesela geçen facebooktayım, işte arkadaş listemden biri önce in a rileyşinşip oldu, işte millet hemen toplandı oraya, bir sürü tebrik,  efendime söyleyeyim ikram izzet, adamın sanki düğünü oldu, öyle bi hahiş.

bir iki gün sonra, kesinlikle üç gün değil, bu hatun singıl oldu. ulan yine toplandı aynı kurt sürüsü. sanki her an hazırda bekliyorlar. alayı avcı bunların var ya. sonra bi teselliler, siktir etler canımlar, sen daha iyisine layıksınlar aldı yürüdü. yine birbirlerini ikramladılar, izzetledir, körler sağırlar, birbirlerini ağırladılar.

hal böyleyken aşka dair derin derin yazdığım şeylerin anlaşılabileceğini düşünmüyorum. yani okuyan arkadaşların en azından böyle olmamalarını umuyorum. anlaşılmasa da, anlatamasam da ben kendi sıkıntımı döküyorum ya, o bile yeter. mutluyum. maksat yazıyı uzatayım, okuyanlar azalsın. samimi bi' kaç gerçek aşk mağduru kalalım.

dostum, ben aşka dair burda sayfalarca şey yazabilirim sana; akşamdan sabaha, sabahtan geceye. lafı yeterince uzattım, maksadım sen sabrı öğren. zaten şu kısacık yazıyı okumaya sabır gösteremiyorsan, senden iyi aşık olmaz. sürüneceksin lan daha, kafanı yerden kaldıramayacaksın, gözlerin kan çanağına dönecek, aklın beynin deforme olacak. sen 10 dakkalık yazıyı okumaya bile tahammül edemiyorsun. yok dostum yok, aşk o zaman sana göre değil. yazısına tahammül edemeyen, kendisini hiç çekemez. yol yakınken dön, zaten dönersin de.

en iyisi ben sözü mevlana'ya veriyim. cem yılmaz'ın dediği gibi, ''bana inanmıyorsan ona inan, beni dinlemedin, bari onu dinle''

aşıkların kanı durmayacak
gönüllerden biteviye akacak
bu bucağa sığınan senin kanlı bakışındır
o büyük sahrayı sunan senin nergis gözlerin
sarhoşça gelen de onlar, gönüller çalan da onlar
adamı can evinden vuran da onlar...

21 Temmuz 2013

berberin badisi olmak


sen zannediyor musun ki bu ''olmak'', olmakların en hayırlısı? zannediyor musun ki berber kankası olmak bir Jean Reno olmak kadar havalı? hayır dostlar hayır, alakası yok. bu ''olmak'' kendiliğinden gelişen bi' süreç. yönlendiremiyosun, önüne geçip müdahale edemiyosun sonra bi' bakmışsın ki berbere olur olmaz vakitlerde uğrayan, onun can dostu ve yan koltukta oturup muhabbeti harmanlayan adamı olmuşsun.

nasıl gelmiştim bu aşamaya? berberim ramazan'la olan ilk günlerimizi hatırlıyorum. caddenin köşesine açtığı ilk dükkanı, ilk tanışıklığımızı ve beni ilk kez alaburus edişini düşünüyorum. başlarda her şey çok güzeldi. o bana nazik, ben de ona anlayışla davranıyordum. sonraları ramazan'ın kaçamak bakışları, omuz başlarıma titrek titrek sürtünmeleri. benim ürkek bir genç kız gibi huylanıp geri kaçışlarım.. ramazan'ın kulak kıllarımı çakmakla özenerek yakışı.. hepsi aramızdaki seviyeli ilişkiye renk katıyordu. böyle anlarda ikimizin de yanakları genç aşıklar gibi kızarıyordu, bazı şeyleri istiyorduk ama dillendiremiyorduk. fesatsın biraderim. dur hele bi sandalye çek de anlatalım..

sonra bir gün şans kapıyı açtı bize. yerel seçim dönemi bize içimizi dökme fırsatı verdi. ramazan'ın gazeteden yüksek sesle okuduğu haber üzerine karşılıklı fikir alışverişinde bulunduğumuz amansız yorumlar getirdiğimiz bir tıraşın sonunda olanlar olmuştu. bazı şeylere engel olan aramızdaki o resmiyet duvarı bir anda yıkılmıştı. bi' baktım ki berberden çıkarken ramazan'la telefon numaralarını kaydediyoruz. allah'ım nasıl da hızlı savrulmuşum meğersem.. hiç ağırdan satamamışım kendimi. bir yerel seçim haberine tav olmuşum. ulan o değil de bugün ramazan'la olan samimiyetimizin ''mimarı'' kadir topbaş lan. adamın hayatlarımıza yaptığı kelebek etkisi ortada.. bunun bizzat deliliyim.

bu güzel dostluk zaman içerisinde filizlendi, dallandı.. berbere gideceğim zamanları iple çeker oldum. normalde ayda bir berbere giderken, iki haftada bir gider oldum. ramazan diğer tıraşları 20 dakikada hallederken beni 1.5-2 saatte dahi bırakmıyordu koltuktan.. veriyorduk sohbetin gözüne gözüne, gevir gevir gülüyorduk karşılıklı. berberi ramazan'la benim şen kahkahalarımız kapılıyordu.. çırak kaan, çayın birini getirip birini götürüyordu. karşılıklı tütün ikramlarının önünü alamıyorduk. ramazan'la iyice sıkı fıkı olduk. eski aşklarımızın bizde bıraktığı acılardan bahseder olduk.. anılarımızı harmanladık. her şey çok güzelken; hayatımdaki en düzenli ve zahmetsiz ilişkiyi yaşadığımı düşünürken ramazan, o hayatımı değiştiren cümlesini kurdu bana: ''Musa, kardeş, sen böyle sadece tıraştan tıraşa gelme artık buraya, çayımı içmeye gel, hafta 1-2 kez uğra...''

ben böyle olacağını bileydim atlar mıydım hiç bu teklifin üstüne? resmen berber yancısı oldum çıktım lan. otobüsten iner inmez ramazan'ın yanına gider oldum. ben gitmesem, durak tam berberin önünde olduğundan ramazan kendi çağırır oldu. müşterinin az olduğu günlerde, ramazan evi arar oldu gidiyim de sohbet edelim diye. tam bir işkenceymiş amk, ızdırapmış berber yancılığı, onu anladım ben. bi' de biraz, ayıptır söylemesi, şurda biz bizeyiz, gittiğim yeri benimseyen biriyim. öyle çok atılgan sayılmam. klasik, ataerkil berber yancılarında gördüğümüz berber'in yaptığı menemene ortak olma, jölesini hunharca sürme, saç kurutma makinasından doyasıya istifade etme, enseyi ve favorileri beleşe aldırma gibi nimetlere yanaşamıyorum bile. utanıyorum amk.. hani aklıma geliyor, ama çırak kaan çay getirirken bile anama söver gibi bakıyor. bu tür bir berberden faydalanma yoluna gitsem kimbilir neler der velet? bu lafları içerden de olsa kaldırmaz benim bünyem. içerlerim..

bi' de hafız, bu berber yancılığı zor görev. eski yancılar tarafından kıskanılıyosun.. hasetle bakıyolar sana. gördüğünüz gibi çetin bu bir mücadele a dostlar.. öyle yancı olunca her şey bitmiyor. hürrem sultan kanuni'nin gözdesi olmak için tonla oyun yapıyor ya haremde, ben de 30 metrekarelik berberde öyleyim amk. bi' yandan ramazan'ın gözdesi olarak yerimi korumaya çalışırken, bir yandan da altımı oymaya çalışan eski yancıların ve yeni yancı adaylarının çıkışlarını manipüle etmek zorunda kalıyorum. onlar bi' şey söyledikçe ben daha yüksek sesle konuşup konuyu başka mevzulara odaklıyorum. ramazan; koskoca mahallenin erkek berberinin, erkekler tarafından paylaşılamayan erkeği konumunda. gülme evleviyetini siktiğim. gerçek bunlar..

şimdi diyeceksin ki ''lan madem böylesine zorlu bu iş, hem sana ramazan teklif etmiş, çıkarın da yok, neden devam ettiriyorsun o vakit?'' diye. ya babado inan bak verebileceğim mantıklı bi' cevabım yok. sadece ölesiye o koltuğu korumak istiyorum. bakın ramazan'ın dükkanda 3 tıraş koltuğu var, 2 berber var, dolayısıyla koltuğun biri boş. demek ki o koltuk yancıya ait. yani
 bana ait.. hem de televizyonun dibinde. berberin en havalı koltuğu lan. bu koltuktan nasıl kolay kolay vazgeçer insan? sorarım size..

gerçi tv'de öyle ciddi bi' program da izlenmiyor ya.. öğlen 13 sularında uğur aslan ve songül karlı ile su gibi, saat 15 sularında zuhal topal'la izdivaç ve saat 17 sularında esra erol'la ben evleniyorum izleniyor her gün. bunlar ramazan'ın favori yayınları. ben de alıştım izleye izleye.. çok hararetli tartışmalar dönüyor biraderim senin o burnunu kıvırdığın programlarda. sanarsın antik yunan döneminde forum ortamı var.. gelen adaylar hayat, varlık, benlik, ide gibi konularda çok acayip çıkarımlarda bulunuyorlar. karşılarına gelen adaylarda bu düzeyde bilgelik arıyorlar. haliyle demirçelik'den emekli amcam o teyzenin isteklerini karşılayamıyor. hayır, amca çok normal. sadece teyzem çok uçmuş.

ulan peki ben berber yancısı olarak böyle vericiyken, la şimdi verici dedim diye hemen bozma kalbini, manevi anlamda söylüyorum gadasını aldığım.. işte ben böylesine vericiyken ramazan ne yapıyor? belki kalbimi kırmıyor, belki bana sevgi gösterilerinde bulunuyor ama o kadar.. geçen hafta bizimkilerin evlilik yıldönümüydü. ''gidiyim de babama ramazan'dan parfüm alıyım'' dedim hediye olarak. neyse, ramazan'dan istedim şöyle güzelinden bi' koku. ''hemen verelim Musa gardaş'' dedi. bir parfüm uzattı. markası black jack. ''avrupa'dan gelmedir, dünya kalitesindedir, kokusunu bu ülkede bulamazsın'' diyerek verdi bana gazı, verdi bana gazı, ''tamam alıyorum'' dedim. kaçırır mıyım la hiç?

- kaç para borcum ramo?
- sana 8 lira olur kardeşim.

sevinçle alıyorum parfümü ramazan'dan. ''biz çok iyi dostuz, kardeşiz lan hatta'' diye düşünüp seviniyorum. ''bana koskoca black jack parfümü, avrupa'dan gelmiş, 8 liraya verdi'' diyorum. ''başka yerde kimbilir kaç paradır?'' diye düşünüp ramazan'a karşı içimde büyük bir sevgi dalgası kabarıyor. parfümün kutusundaki yazıları okumak içine arka yüzeyini çeviriyorum. ''bu şişe hadımköy tesislerinde doldurulmuştur'' yazıyor. sonrasında gözümden bir damla yaş geliyor.

sikilmemiş bir kulak arkam kalmıştı, orasını da ramazan gözüne kestirmiş, hadımköy sayesinde anlamıştım.

17 Temmuz 2013

aile reisi dediğin iyi karpuzu seçmeli.


artık mutabık olduğumuz bir konu var ki; aile babası olmanın en önemli niteliklerinden biri de şerbet gibi karpuzu seçebilmektir. bir babanın sağda solda anlatılan anlarından birisidir seçtiği karpuzun kıpkırmızı, kurabiye gibi çıkması. o sıra o babanın gözlerinin nasıl parladığını, nasıl bir sevince boğulduğunu anlayacaksınız. dünyalar onundur artık. para, pul, kariyer.. koy götüne.. adam karpuz seçmiş, var mı ötesi..

ben de şu yaşımda bunu anladım ki; evlenebilmek için en önemli şartlardan biri buymuş dostlar.. iyi karpuzu seçebilmek. karpuz seçemeyen bir erkekten iyi bir koca, ideal bir baba olmaz, olamaz. çatırdar o ailenin temeli, yürümez. ciddiyim. var böyle aile babaları, karpuzu seçemiyorlar, acı ama gerçek. üzülerek söylüyorum, yarayan kanamızdır bu adamlar. akşamları duble rakıları götürmelerinin sebebi başka bir şey değil. çocuklarına kral bir karpuz yedirememenin verdiği hüzünden ötürü adam kendini içkiye veriyor. seni anlıyorum aile babası bey.. 


böyle babalar için kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri, belediyeler ve diğer vakıf, dernek ve tüzel kişiler tarafından derhal kurslar açmalı ve ''iyi karpuz nasıl seçilir?'' konulu seminerler verip eğitmeli bu insanlar. ailelerin huzurunu ve mutluluğunu sağlamak bir devletin en önemli görevlerinden biridir dostlar. zira aile huzurluysa, devlet de huzurludur.

14 Temmuz 2013

meyvelerin intikamı


herhangi bir meyveyle ciddi bir münasebetim olmadı bugüne değin. ''ay ben meyvesiz yaşayamam, meyve şöyle vitaminlidir, böyle terelellidir...'' diyenleri hiç anlayamıyorum. la bebe mis gibi et familyasi varken; kebaplar, İskenderler, pideler, lahmacunlar sağı solu süslerken masamızı meyveye midemde yer açmaya ne gerek var.. yazları köyde güneşin altında çalışırken serinlemek için yufka ekmeğin arasına karpuzla peynir düren, doymak istediğinde de domates biber düren dayımı taklit etmek için arada bir bende yapmıştım bu tür çılgınlıkları. fazla güzel olmuyordu ancak yeni ‘’gastronomik’’ deneyimlere açıktım. ta ki bir gün tartının üstüne çıkıp tartının beni tartmaktan aciz kaldığını görene kadar.. basküle çıktığımda içindeki mekanizmadan gelen ''aşırı sıkıya gelince böğüren insan efekti'' sesini bugün bile unutamam. aile meclislerinde halen anlatılır, konuşulur, gülüşülür.

tartının nerdeyse dile gelip, bir tek ''zayıfla artık gadasını aldığım'' demediği kalmıştı bana. bende o gaipten gelen sese uydum. işte o gün bugündür meyve familyası benden şiddetle intikamını alıyor. meyve salatasıyla insan doyar mı ulan? bir sürü elma, kiraz, kayısı, armut, erik dilimleri tabağımda dans ediyor, ne şekle girerlerse girsinler, ne tür makyajlarla önüme çıkarlarsa çıksınlar bir türlü gözüme güzel gözükmüyorlar. belki biraz muz, üzerine biraz da bal.. o da kabız ediyor anasını satıyım. işin ilginç yanı doymak için nerdeyse kamyonlarca meyve yiyorum gene doymuyorum. Makarnayla, hoşafla bile ekmek yemeden doymayan bir milletin çocuğu olarak şimdiki düştüğüm durum içler acısı. bana bunları yapacağını bilseydim meyvelere karşı daha insaflı olurdum. sadece yaş pastaların içindeki çikolata kremalıları değil önüme gelen bütün meyveleri yerdim. hayattan ders almaya devam ediyorum a dostlar..

ben bunu niye yazdım diye düşünüyosunuzdur şimdi, hemen söyleyeylim benim bu meyvelerden bi dileğim var; o'nlara yaptığım bütün haksızlıkları affedip beni azad etsinler yeter. tekrardan kebapların, pidelerin, iskenderlerin kollarına atılıyım. gerçi bir de ''sebze'' denilen ot familyası var muzdarip olduğum, o meyveden daha da beter. o aklıma geldikçe ekşi yeşil elmaya razı oluyorum. bakıyorum da, resmen sıratta kalmışım lan. çilem bitmez benim a dostlar...

12 Haziran 2013

paketlenmiş huzur programları


yıllardır bekliyorum, ''bi' ara şu kamil'e de uğrayayım da biraz sevinsin..'' diye, ama hayırsız yan komşuma kadar geliyor, kapımın önünden geçiyor, dönüp kapı zilime basmaya tenezzül etmiyor.

en son kendisiyle olan karşılaşmamızı hatırlayamıyorum. çok zaman geçmişse demek ki. hiç merhameti yok. yıllarca ümit verip beni peşinden koşturan sonrada ''beni yanlış anlamışsın'' deyip kıçıma güzel bir tekme basan eski sevdiceğimden daha acımasızmış meğer.. bazen gelip bende epey kalacak gibi bir çoşkuyu veriyor bünyeme, amma velakin sonunda daha kötü bir sıkıntıyla baş başa bırakıyor beni. hiç affı yok. koyuveriyor çocuğu.

yeni farkettim, yıllardır yaptıklarımın sebebi o'nun bende kalması içinmiş. hala da o'nun için çabalıyorum. bütün eğitim hayatım; girdiğim anadolu lisesi sınavları, ünivesite hayatım, miyopu -3.5'e çıkaran hukuk kitapları, bitmeyen kanunların hepsi bir parça huzur içinmiş. sanırım hayatımdaki en büyük tezatlarsa bütün bunların haneme kattığı ekstra huzursuzluklardır. huzur ararken huzursuzluklarla baş başa kalmak.. şimdi ufka baktığımda görüyorum ki; çok uzakta çevrem tarafından sık sık hatırlatılan ev bark kurup çoluk çocuk sahibi olma teranesi, bol kazançlı iş kapısı hayalleri, daha rahat, daha hızlı bi' ulaşım için yüz binlerce lira harcanıp alınacak arabalar, daha konforlu, daha geniş bir yaşam için yine diğerinden daha fazla binlerce liralar harcanıp alınacak evler. bunların hepsi bana huzuru getirmek için önüme sunulan paketlenmiş hayaller. oysa ki sırf bunların hayali bile bünyeme yeterince huzursuzluk katarken, nasıl bana huzur verecekler çözebilmiş değilim.

bense, bütün bu dayatılmış paket huzur programlarına rağmen huzuru, okuduğum bir hikayede, izlediğim bir filmde, kimsenin yüzüne bakmadığı bir temizlik işçisine ''kolay gelsin'' dedikten sonraki gözlerindeki parıltıda, yapabileceğim ufacık bir iyilikte, bir tebessümde arıyorum. tüm bu dayatılan huzur paketleri ortada dolaşırken kendimi rahat hissettiğim bir huzur anlayışını bulabileceğimi ve hatta bir kaç kişiye de bulaştırabileceğime inanıyorum. yoksa niye yaşamaya gereksizce devam edeyim ki? yeterince hukukçu, kalantor adam yok mu sanki? ha, eğer bi' gün yolunu sapıtıp da huzur kapımı çalarsa, ona da her zaman kapım açık. beklerim.

9 Haziran 2013

tavuklar uçsaydı..


çok hakkı yeniyor bu çok muhteşem hayvanın, saatlerce düşünüp düşünüp sonra da üzülüyorum bu hallerine..

şimdi düşünsene hafız; eti en ucuz olan hayvan bu garibim.. öyle ki fakir fukara da rahat rahat tavuk eti yiyebiliyor. üstelik zalım öyle bir lezzetli ki zaman gelince kırmızı eti görmezden geliyorsun sayesinde. bağımlılık yapıyor. misal ben kebabçıda hep tavuk şiş söylerim. hem fedakar da hayvan; civcivlerine bir yan bak, hiç kalıbına bakmadan kafa göz dalıyor.. gözü öyle bir kararıyor ki ümüğüne bi yapışsa boğar şerefsizim.. kimseyle bi' alıp veremediği yok. hapiste dört duvar arasında volta atan müebbet yemiş mahkumlar gibi, 
kendi halinde takılıyor.. onlar gibi gizemli, onlar kadar karizmatik.. civcivsiz zamanlarında da korkak zaten, yoluna dahi çıkmaz insanın. gel gör ki insanoğlu ne yapıyor? ilk küfürleşmede karşısındakine ne diyor? ''tavuk mu sikiyosun lan sen, gelsene muğa koduuum, yiyosa gel lan..''

olacak iş mi şimdi bu? tavuk gibi bi' havanı bir seks objesi olarak görmek, üstelik kolay elde edilen kadın misali rahatlıkla elde edilebileceğini, söylemeye dilim varmıyor, ama sikilebileceğini düşünmek çok hayvanca lan. pervasızca hatta. tavuk lan bu. sofradayken en sevdiğim arkadaşım bu benim. ekmek arasında güzel, kfc'de güzel, los pollos hermanos'da güzel lan bu.. zoruma gidiyor arkadaş. şık değil. etik değil. ben tavukların hakkını ödeyemeyeceğimizi düşünürken bu tür kirli zihniyetleri görmek kanıma dokunuyo. 


peki bu dünya yansa umrunda olmayacak hayvanların hiç mi suçu yok.. çek bi' sandalye, onu da konuşalım.. şimdi birader, bakıyorsun kediye kanadı yok. hiç de sevemedim bu mahlukatları. sinsilik seziyorum. yiyip, içip, iki de sevimlilik yapayım, götü sağlama alayım derdinde. neyse, ben kedileri yıllardır araştırırım ve kanadı olmadığını, olamayacağını da anladım; lakin nerde bi' kedi görsem kah ağaç tepesinde kah direklerin tepesinde mal gibi sağa sola zıplıyor, uçamayacaklarını bildikleri halde uçmaya çalışıyorlar. uçma arzusuyla yanıp tutuşuyorlar, keza bazılarının uçtuğu bile oluyor; ama arkadaş tavuklara bakıyorsun kanatları var, it gibi koşabiliyolar, fiziki yapıları mükemmele yakın ama gel gelelim hevesleri yok uçmaya, sağa sola fıtı fıtı yürüyerek gitmekten başka bi' sike merhem oldukları yok. lan bi' beş kilo fazlan var onu vermen lazım, ondan sonra bütün gökyüzü senin; ama yok arkadaş yok, yok yapmıyor.. sonra da gelip, ''vay efendim ben niye döner oldum, bonfilem de hiç güzel olmazdı ama neyse afiyet olsun madem'' diye ağlayıp duruyorlar. yüzsüz herifler.. e hak ediyosun göt, başına gelen her şeyi hak ediyosun sen. hayır arı  bile uçuyor lan, arı uçuyor, tüm bilim dünyasını sikip atarak uçuyor, einstein'i bile ters köşeye yatırmış hayvan deli gibi, umarsızca uçuyor.. arının uçamaması lazım ama uçuyor, lan senin ne eksiğin var, hiç mi utanmıyorsun lan? penguenler bile ufacık bi' buz dağı bulsalar hopplallleyyyy diye kayıyolar uçarmışcasına, onlar da mı örnek olmadı sana? 

ben sizin adınıza utanıyorum hanımlar.. neyse ben şu budu da yiyim de sinirim geçsin. 


nişanlanmak


dünya üzerinde mutlu olunması gerekirken, bu kadar ızdıraplı geçen başka bir dönem daha yoktur heralde. çile çekiyorsun ve birileri bu sıkıntılarını ''bunlar senin hayatının en güzel günleri'' diye isimlendirip sana çileye devam etme yolunda destek veriyorlar. eskiden olgunlaşmak isteyenler mağaralara kapanırlarmış, artık günümüzde bu olgunlaşmayı nişanlılık sağlıyor. öyle çok çekiyorsun ki başka şeyler gözüne küçük gelmeye başlıyor, babacan tavırlara bağlanıyorsun en sonunda. insan-ı kamil oluveriyorsun.

ben nişanlı değilim, zaten biliyosunuz; ancak nişanlanan arkadaşlarımın, akrabalarımın halini gördükçe gözüm korktu iyice. dağ gibi adam telef oldu lan. kız tarafına git-gel yapa yapa imanı gevredi resmen. suratında sahte bir tebessümle dolaşmaya başladı koca adam. her gün kız tarafının yeni yeni akrabalarıyla, konusuyla komşusuyla, aile dostlarıyla tanışa tanışa ve bunların o iğrenç esprilerine dahi gülmek zorunda olmasıyla iyice manyağa bağladı. bir yandan da her dediklerini yapmak zorunda, hem de sevmese bile çok sevmiş, istemiş gibi yapmak zorunda. ızdıraba bakın a dostlar.. amerikan hapishanelerindeki elleri zincirli taş kıran işçiler bile daha insani koşullara sahiptir büyük ihtimal. hiç değilse arada temiz hava almak var. bunda o da yok. ''aşkım, kuzenimin eniştesi almanya'dan gelmiş, gitmezsek ayıp olur.. aşkım, üst komşu nurten ablanın kızının oğlu sünnet olmuş, gidelim, görünelim, hemen döneriz...'' 


hele bi' de 3 saatlik düğününde 2 saat göt atmak için dans dersi alanlar var. bunu benim bi' akraba da yaptı. adam yıllarca evlenmek için uğraşınca nişanlısı ne isterse yapar hale geldi. hani kız dese ki ''canım, iki hafta sıçmasan, bakalım ne olacak, çok merak ediyorum'', harbiden sıçmazdı iki hafta. bunlar 2 ay boyunca her iş çıkışı ders aldılar. düğünlerini de lüks bir mekanda yaptılar. tabi biz alışmışız salihli'nin alçak tavanlı, ses seviyesi beyindeki ses sinirlerinin hepsini siken düğün salonlarına. havuzlu, ferah bir mekanda düğün olunca şaşırdık kaldık. elimi ayağımı bile koyarken emin olamıyordum ''ulan acaba doğru mu yapıyorum?'' diye. bütün konuklar da benim gibi zaten. 

neyse, bu ikili sahneye düğünün açılış dansını yapmak için çıktılar. belki inanmazsın ama; daha dün odun gibi dolaşan herif gitmiş, yerine yontulmuş kalas gelmiş. alışmamış kıça lastik uymuyor tabi. bunlar böyle tango gibi hareketlerle bir şekiller yapmaya çalışıyolar sahnede. bu eşini ileri atıyor, geriden tutuyor. sağa sola eğiliyorlar, bükülüyorlar. sanırsın sahnede iki babun var. bütün konuklar gülmemek için kendini zor tutuyor. e haliyle bu bayağı bi' rezil oldu. eli yüzü kıpkırmızı oldu. baktım iş boka sarıyor, sahneye attım kendimi, bizim eski usul kasap havasına bozdum olayı. orkestra ayak uydurmakta zorlandı ama olsun. adamı kurtardık o kepazelikten.

burdan yeni nesil kız annelerine seslenmek istiyorum; o damat adaylarınız eli mahkum suçlu belleyip her dediğinizi yaptırıyormuşsunuz, yaptırmayın. lütfen.

8 Haziran 2013

kadın terliğiyle bakkala gitmek


içimdeki velet mi yoksa öküz mü henüz belli olmayan çılgının binlerce garipliklerinden birisidir bu bilinçsiz yapılan eylem. aha arkadaş şu yaşıma geldim; o kadar entel gözükme çabalarımı, karizmatik olmaya kastığım tavırlarımı, bir toplulukta ufka bakarak elde etmeye çalıştığım kuul hallerimin hepsini eve en yakın bakkala gitme üşengeçliğim sikip atıyor anasını satayım. bir kere de ev arkadaşını yolla be amk şu bakkala, bir kere de mahalleden ufak bir bebelik gitsin şu susamlı ekmeği almaya.

ben ki eve gelir gelmez bana kısa gelen şortu hemen giyer, o halimle kotuğa uzanırım. biraz sonra ev arkadaşımın ''ekmek almaya gitmezsen akşam ne bulursan onu ziftlenirsin yavşak seni'' ricasıyla köşedeki bakkala doğru fayda-maliyet analizimi yaparak üstümü başımı değiştirmeden küfrede küfrede giderim. fayda-maliyet analizine göre veresiyeyi sıkıntı yapmayan bakkalımız metin abi'nin karşısına takıp takıştırarak çıkmama gerek yok. bakkalda da beğenilecek değilim. di mi ama? sonuç: şortunu çıkarma, ayakkabı giymeye gerek yok, giy ev sahibinin kadın terliğini.

o an bakkal yolunda beni görenlerin de onaylayabileceği gibi dünyanın en sümsük adamı oscarını çok rahat alacak bir performans sergilerim. vallahi o halimle beni görseniz hepiniz başınızın gözünüzü sadakasını bana doğru yönlendirirsiniz. öküz gibi bi' adam, üstünde yer yer üzerine ozon sıçramış gri şort, kocaman ayakların kendisinden 8 numara küçük olan kadın terliğinin içinde yürümeye gayret çabası. üstüne bu görüntüyü iyice dramatize eden ekmeklerin uçlarını kopartarak yiyen bendeniz. o halime bir de peşime sokak köpeklerini ''tut kıskısıkısıskıs'' diye salan bebeler eklenmiyor mu, iyice kepaze oluyorum işte o an..

işin ne boktan kısmı ne biliyon mu hafız, hergün okula giderken aynı anda çıkalım yolda karşılaşalım diye götünüzü yırttığınız kızın sizi o halde görmesi. şöyle bi' baştan aşağı süzüp gülmesi yok mu amk, beni bakkaldaki o antenli televizyonun altına gömün amk. ben böyle dramatik bi' an yaşamadım hayatımda. neyse, bizim iş yine olmadı yani anlıycağın. olsun, yılmak yok. benim hala kırtasiyeci sevim'den umudum var, ''tek sayfa mı olsun, yoksa önlü arkalı mı çekeyim'' derken ki, o işvesi, o gülüms... höytt.. noluyo lan yavşak.. yengen olum o, fesatlık yapma, kaynatasız seni..

1 Mayıs 2013

lalettayin




geçen okuldan çıkmışım istiklal'deyim, yürürken bizim ingilizce kursundaki hocası tommy'i gördüm, balkan lokantası'nda çorba söylemiş kendine, uzaktan görünce, dur bi' selam vereyim şu taşaksıza, dedim girdim içeri. selamlaştıktan sonra çöktüm yanına, kaç haftadır doluyum anlatıcam anlatamıyom adama, o kadar geliştiremedim ingilizceyi, bu ibiş de anca yemek, çorba, su, çay, 5 lira, teşekkür'ü öğrenmiş. anlaşamadık uzun zamandır bi' türlü, ama kendisiyle aramızdaki yaş farkının az olmasından mütevellit, abim gibi de ısındım tomi'ye.. 

velhasıl başladım ben konuşmaya. bak tomi, bilirsin severim seni, 2-3 aydır beraber dersler yapıyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz, bi hukukumuz var. teee ebesinin amından londra'nın köyünden kalkıp gelmişin ekmeğinin peşindesin eyvallah da, la oğlum şu dalyarak tywen'la eve çıkmak da noluyo amına koyım lan?, dedim biraz sinirlenerek.. önüne bakarak yemeğe devam etti..

tomi, müdür bak tywen için iyi konuşmuyolar kursda, erkek seviciymiş, allah muhafaza bak aman diyim, biz seni delikanlı biliyoruz, yiğidin harman olduğu smithfield'den geldin, dönemezsin allah'ıma, keserler çükünü, tarlabaşında çalıştırırlar tomi abla diye.. yüzün de temiz, kösesin de zaten, sikerler olum sikerler.. bi' an önce ayrıl o evden, kalcak yer bulasıya kadar bende de kalabilirsin bak, sıkışırız biraz.. tamam mı la, şş tomi.. onaylarmış gibi kafa salladı..

bağhele, o derse ''tommiii'' diye çağırınca ''yes sir'' demek noluyo lan, orda rencide olma diye söylemedim ama top musun lan sen? efendim ne amıcık? büyüksün hem sen benden.. oğlum para veriyoruz diye bu kadar pohpohlamana gerek yok lan, ismimle hitap etsen yeter. bak koçero, burası türkiye, burda öğrenciler öğretmenlerine saygıyla hitap eder.. sen hiç albaydan milli güvenlik dersi almadın mı amına koyım??... 

biraz sessizlik olduktan sonra, çorbası bittiğini görünce, tatlı da yer misin hafız, ben söyliyim, sütlaç.. gömelim mi beraber???

-yok hafız, doydum ben, eyvallah...
+nasıl dedin? neyy??? nasıll??? sennn nas.... 
-sağol moruk, derse geç kaldım, hadi allah'a emanet..
+hasssiktirrr be rıfrat ağbiiiii.... hasssiktirr.. amcığa bak bi' de gülüyo.. olum ne güzel konuşuy... baya da açılmıştım lan.. olum bari konuşmasaydın da rüyamda bile mençıştır ingilizcesiyle konuştuğumu zannetseydim lan. zalımsın tomiii zalımmmm.... tomiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii!!!!

awakening.. (uyanış)


23 Nisan 2013

El işi dersindeki zulûm



öğrenci adama türev, integralden bile daha çok çektiren angaryadır bu ders.. bak kaç yıl geçti üzerinden, bu derste yaptıklarım halen anlatılır. halen dalgası geçilir aile arasında. ulan ben normal vakitte yemek yerken bile herhangi bir öğünü üzerine dökmeden bitiremeyen bir insanım. bana elişi dersi verirsen sıçar sıvarım etrafa. ben ne anlarım  çim adam yapmaktan, uçurtma yapmadan. ha enteresan şeyler gelmedi mi başıma, geldi. zaten ben böyle havalarda tütüne alıştım, böyle bir el-işi dersinde de makarnadan soğudum.

her hafta makromeyle uğraşmaktan, halı dokumaktan artık yılmıştık ki öğretmen müjdeyi verdi:

- çocuklar haftaya evlerinizden makarna, tuz, küçük tüp, tava getirin, derste makarna yapacaz hep beraber...

gören de yerli malı haftası yapıyoruz zanneder.. şu isteklere bak. gerçi çocuk aklı nasıl sevindik nasıl böğürdük anlatamam..  o zamanki biricik sevdiğim gizem'e sevinç bahanesiyle bir sarılmışım ki sınıf zor ayırdı sonra. öğretmen bile o hareket yüzünden ''duygularımı dolu dolu yaşamamamın gerekliliği''nden bahsetmişti bana. dinleyen beri gelsin.

bir hafta sonra  malzemelerle birlikte derse geldik.. yanımızda tabaklar, makarnalar, tavalar, çatal kaşık hepsinden var. sanırsın Feriye Lokantası'nın mutfağındayız. ben zannediyorum ki diğer malzemeler okulda var, onları da öğretmen getirince ekleyecez. ben alışmışım o vakte kadar makarnayı tereyağlı, salçalı, kıymalı, yoğurtlu yemeye. başıma gelecekleri bileydim, hiç gider miydim o derse. neyse tencerelere suyu ekledik, tüpleri yaktık, makarnalar güzel güzel pişiyor. benim yanımda süzgeç falan da var. lan çocuk aklı nasıl da ciddiye almışım. tam makarna kıvamına geldi, suyunu süzdürüp salçalayıp yoğurtlamayı düşünüyordum ki öğretmen o tarihi demecini verdi:

- çocuklar süzdürmenize gerek yok. makarnanın vitamini suyundadır. suyuyla beraber içecez makarnayı, çorba gibi olacak.

anam lafa bak sen la. kadıncağız besin değeri, protein, karbonhidrat neyim bik bik ötüyor ya ben beynimden vurulmuşa döndüm. su içinde yüzen makarnayı ben nasıl yiyecem la ben? makarnaya ezogelin çorbası muamelesi yaptırdı kadın ya. makarna zaten tabiatı gereği yeri geliyor çatala bile zor takılıyor, ben o spagettileri benim kaşığa nasıl sarayım da yiyeyim. o makarnanın rengiyle bozlaşmış suyu nasıl içeyim. böyle iş mi olur? makarnanın öyle yenilmesinin teklif dahi edilmesi yasaklanmalı arkadaş. anayasaya eklensin.. su içinde makarna diyorum arkadaş ya. ben istemiyorum öyle makarnanın vitamini de, karbonhidratını da..  bana tereyağında bir güzel salçala şunu, sonra varsa kıyma, üzerine de biraz yoğurt, oohh, değme keyfime... öğretmen içirdi biliyon mu bize o makarnayı o ders? yeryüzünde makarna içen ilk canlılar olduk.

bu makarna faciasını atlattık, öğretmen bu sefer de romantik yönümüzü ortaya çıkarmayı kafaya koymuş olacak ki ''haftaya alçıdan kalplerinizi getirin'' deyip beni yine attı telaşlara. ödev bu. alçıdan kalp yapılacak. hani görünüşte basit gibi ama iş benim gibi bir yeteneksize düşünce en basit şey en olmaz hale bürünüyor.

haftasonu olunca ödev telaşı düştü bana. neyse, gidip hırdavatçıdan 2 kilo alçı aldım. bir de kartonu kalp şeklinde kestim, 3 boyutlu bir kalıp hazırladım. o biçim.. o kalıbın içini dolduracam. kimse de ''oğlum, bu kalıp biraz büyük gibi sanki, bunu biraz küçük yapsan daha iyi olur gibi'' demiyor. eve geldim, 2 kilo alçıyı 2 kilo suyla karıştırıp döktüm benim kalıba. dolmadı lan. biri de söylemedi şöyle yapıcan diye, badozlama daldım tabi ben de..  4 kiloluk kalp yaptım, dolmadı. 4 kilo diyorum ya, yerinden kaldıraman öyle kalbi. 

peki 4 kilo zaten yeterince kocamanken ben kalıbın hepsi dolmayınca ne yaptım? gittim bir kilo alçı daha aldım. ona da suyu ekledim, döktüm kalıbın üstüne. kalıp tam doldu şimdi ama benim elimde de 6 kiloluk atsan atılmaz, satsan satılmaz, okula götürmeye kalkarken allah korusun birinin ayağına düşürsen elemanın ayağını elini verecek kadar büyük ki, zaten yerinden oynatmaya gücünün yetmeyeceği bir kalp oldu. 6 kiloluk kalp lan bu ve ben ne yaptım biliyon mu? o kalbi ciddi ciddi okula götürdüm ''ödevi yaptım öğretmenim ben'' diyerek.

tuzsuz makarnayı bize içiren öğretmenin kalbimi görünce söylediklerini bugün bile unutamam:

- evladım, bu biraz büyük olmamış mı?

büyük mü olmuş? tespite bak.. amına koyim ben sanki bilmiyorum büyük olduğunu. yaptık bir hata işte. bütün sınıfa yetecek kadar kalp yapmışım tek başıma. sayende bütün okula taşak malzemesi oldum. büyük olmuşmuş.

sonradan o kalbi geri eve de götüremedim. okul bitene kadar sıramın gözünde durdu. veli toplantısına giden babam, benim kalbi görünce hangi sırada oturduğumu anlamış hemen. kalbim veli toplantısında bile anlatılmış, zaten dersler de vasat, okumaz bu çocuk diyip gülüşmüşler. şu hoyratlığa bağhele. aslında normal kalpler öyle olsa daha iyi olur la. 6 kiloluk alçıdan kalp. kolay kolay kırılmaz hem. şimdi biri geliyor, saniyesinde bin parçaya bölüyor. alçıdan olaydı iyiydi.

10 Nisan 2013

Mevlana eşcinsel mi?



      Son bi' kaç yıldır Mevlana ve Şems arasındaki yakın dostluk ilişkisini çarpıtıp, onların ''eşcinsel'' olduğunu iddia edenler hatırı sayılır derecede artmaya başladı. bu arkadaşlar nedense, yıldızlar ve galaksiler tepesinde ondan habersiz, tesbih taneleri gibi dönerken bundan bîhaber olan ve akıl almaz dizaynı kör tesadüflere ve kendiliğinden oluşmuş kurallara bağlamanın anlamsızlığını formülize etmeye çalışırken bir yandan da, hümanizmin etkisinden kurtulamayarak, inanan insanların değer yargılarını aşağılamaya çalışmakta, egolarını tatmin etmeye çalışmakta. büyüklerimiz şöyle der; ''inanç görünmeyene inanmaktır, görünmeyene inaniyorsan başkalarının görmediklerini görürsün.''  son olarak Kafîrun suresinden bir ayet paylaşarak Sultan Veled ve Şems arasındaki sohbeti anlatmak istiyorum; ''lekum dinikum ve liye din'' yani; senin dinin sana, benimki bana..

- iyi ama sonra senin hakkında ileri geri bir sürü laf ediyorlar. hatta iki erkek bu kadar yakın dost olamaz: olursa ortada ağza alınmayacak bir düşkünlük vardır diyenler bile çıkıyor. öyle kızıyorum ki böyle art niyetli, bu kadar fesat dolu olmalarına...şems bunu duyunca sessiz bir ah etti ve sonra bana bir hikâye anlattı.

''iki seyyah bir şehirden diğerine gidiyormuş. derken yollarının üstüne taşkın bir dere çıkmış. tam suyu geçecekler, az ötede korkudan tir tir titreyen yapayalnız ve gencecik bir kadın görmüşler. adamlardan biri hemen kadının yardımına koşmuş. onu sırtına almış, suyu öylece aşmış. sonra kadını derenin öte yakasında yere bırakıp iyi günler dilemiş. böylece yollarına devam etmişler. ancak yolun kalan kısmında öteki seyyahın ağzını bıçak açmamış. suratından düşen bin parça. somurttukça somurtuyor. birkaç saat böyle surat astıktan sonra suskunluğunu bozup şöyle demiş:

- ne demeye o kadına yardım ettin? bir de üstelik ona dokundun. seni ayartabilirdi, baştan çıkarabilirdi! erkekle kadın böyle temas etsin, olacak iş mi! ayıp yahu! olmaz, bize yakışmaz!"kadını sırtında taşıyan seyyah sabırla gülümsemiş:

-iyi de dostum, ben o genç kadını derenin karşısına geçirip orada bıraktım; sen ne demeye hâlâ taşırsın?'

-"kimi insan böyledir" dedi şems. "kendi korkularını, önyargılarını başkalarına yansıtır ve onlarda gördüğünü sanır. işte asıl yük budur. zihinlerini zanlarla doldurur, sonra da bunca ağırlığın altında eziliverirler. babanla aramızdaki bağın derinliğini anlayamayanlara söyle, önce kendi zihinlerindeki kiri pası temizlesinler!"

28 Mart 2013

zenginlik

zor iş, gerçekten bak, ya da bana öyle geliyor. neticede bu para da gökten yağmıyor ya bu zenginlerin başına. bir şekilde kazanıyorlar. yöntemi karıştırma, günahlarını alacak değilim. tabi zengin yaşantısı bana uzak olduğundan ordan burdan gördüğümle değerlendirecem belki ama üç aşağı beş yukarı böyledir. 

mesela; ali ağaoğlu. tiril tiril giyiniyor adam di mi? umut sarıkaya'da sık sık belirtiyor zati bunu. tiril tiril adam. sürekli şık, böyle resmi bi kıyafetler, en normal giydiği takım elbise. tabi bir de filmlerden gördüklerimiz var. büyük başın büyük derdi olur diyorlar ya, sürekli bi fitne fesat işlerle uğraş. işte biri senin kuyunu kazsın, sen ona karşılık ver, sürekli fitne fücur. insanın ruhu daralır, kalbi kararır böyle fesatlık düşüne düşüne. 

bi' de duvara yüzü dönüp konuşarak viski içmek var tabi. ya zaten düşmana bi kere sırt dönülür mü, baştan o kısım yanlış da, işin viski kısmı kötü. ben yapamam şahsen. şarhoşluğum kötü benim, içince sürekli öpülmek isteyen biriyim. sarhoş kafa, bunun önünü alamam sonra. 

sürekli toplantılar var sonra, git katıl, sonra konuşma yap kerli ferli bir sürü kalantorun önünde. topluluk önünde konuşmak zaten ayrı bir sıkıntı. sonra bu kalantorlarla sürekli ''evet efendim, sepet efendim''li konuş. sevmediğin, nefret ettiğin bi adama bile ''siktir git lan şurdan dalyarrağı'' diyemiyorsun. paranla rezillik gibi bi' şey. 

yanında sürekli binlerce lira taşıyorsun bi de. bu da ayrı bi telaş unsuru. ulan benim cebimde 100 lira olsa beni alıyo bi dert, bu kadar para başıma bela olur diye. yanımda binlerle dolaşsam kapkaça uğrayacam diye sağımı solumu kontrol etmekten yolda yürüyemem. gördüğün gibi yanımda taşıdığım paranın miktarından daha kaybediyorum ben. özeniyoruz falan ama ne bileyim, sanki zenginlik başa bela gibi. gerçi şimdi cebimde 20 lirayla böyle yazınca bi samimiyetsizlik gibi gelebilir dışardan ama harbiden öyle değil. kendi yağımda kadar kızarmak daha güzel geliyor bana. yağa benle beraber ekmek bandıran biri daha olsun yeter bana.

10 Mart 2013

ne diyoduk?



bazen insanın içinden hiç gelmiyo yazmak. öyle kalıyorsun, yazmak istiyorsun ama elin gitmiyo.  kağıt sana, sen kağıda bakıyorsun. yok, olmuyor bi türlü. insanın kafasında herhangi bir şeye dair yazacak bir şey olmaz mı? olmuyo işte amına koyim. nasıl olmuyor? bilmiyorum. bazen gerçekten kafa diye saksı taşıyomuşum gibi geliyor. annem hep derdi saman dolu o kafan diye. belki de...

bazen de bu kafa artık pistonları mı yakmaya başlıyor, o durgun geçirdiği zamanların hıncını mı alıyor nedir bilmem, olur olmadık şeylere dair paragraflarca, sayfalarca yazabiliyorum. mesela mauritius adası. mauritius'a dair bir şeyler yazan bir zihnim var la benim, bilmiyorum neden. resmi dillerini, başkentini, turistik alanlarını, milli takım oyuncularını biliyorum. böyle tövbe bismillah;
deforme olmuş sanırım benim kafa. normal çalışmıyor. yaralı parmağa işeyen konulara değineyim istiyorum; ama beceremiyorum arkadaş.. yazma konusundaki arzumu, varsa maharetimi, öyle lüzumsuz ve fevkalade gereksiz şeylere harcıyorum; ama kendimi  durduracak da değilim. seviyorum böyle takılmayı. dünyayı kurtarmak gibi bir niyetim yok. götümü kurtarsam yeter.. o arada biraz da geyik yapsam kâfî benim için.

ben büyümek, öyle siyasi, tarihi afilli şeyler yazmak istemiyorum. büyümek de istemiyorum aslında.. hayatımda bu derece istemediğim halde bana dayatılan ikinci bir şey daha görmedim. her gün, bir önceki güne göre daha bir büyüyorum; amma velakin bunun önüne geçmek için yapabileceğim hiçbir şey yok. göz göre göre elden gidiyor çocukluğum, gençliğim, leblebi tozum..

artık herkes tarafından ciddiye alınmamdan bahsetmiyorum bile. çocukken yaptığın şeyleri, söylediklerini kimse ciddiye almazken bugün herkes ağzımın içine bakıyor, hareketlerimden öküz altında buzağı aramaya kalkıyor. bol keseden atış artık yasak. evimize misafirliğe gelenler dün babamla sohbet ederken bugün babama hal hatırı sorduktan sonra dönüp benimle sohbete başlıyor. büyümek, zorla öne çıkmaya sebep oluyor. her şeyinden bir anlam bekleniyor. anlamsızlıklara, absürdlüklere hasret bıraktırıyor.

işin kötü tarafı; mevzuya yeni ayıktım ben. bir kaç zaman önce olsaydı büyümemek için bir çare düşünürdüm; ancak büyümenin boktan bi' şey olduğunu farkettiğimde çoktan büyümüş olduğumu da farkettim ve yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. zaten bizim bakkalda da leblebi tozu satılmıyordu artık. pardon, orası da artık bakkal değildi, süpermarket olmuştu.


buraya kendi hoşuma giden şeyleri yazıyorum; ama geçen bir arkadaş dedi ki; ''sen artık komikli şeyler yazmayı bırakıp, siyaset yazmalısın''... bak bak, beni kurtların önüne atıp parçalatacak he mi? ''senin gibi boş boş şeylere yazacağıma hiç yazmam daha iyi'' diyor. yani şimdi ben boş şeylere mi yazıyorum? öyle midir? ulan ne yazsam dolu olacak bilemiyorum ki. birilerinin de benim değindiğim şeylere değinmesi gerekmez mi? bence gerekir. birileri ciddi şeylere değinirken birileri de sike sürülmeyecek şeylere değinmeli ki armoni, pardon harmoni yakalansın. budur yazmak işte hafız. serbest sıçıp saçmalamak. kafanın her yanını ortaya koymak. siz bakmayın lafı uzattığıma.. kıssadan hisse; pompaya devam.

9 Mart 2013

konvoyun birleştiriciliği



şu dünyada insanların arasındaki bütün farklılıkları kaldırıp herkesi birbirine eşitleyen en etkili organizasyonlardan biridir, düğün konvoyları.  insanlar arasındaki bütün mesafeler kalkıyor, herkes bir amaca kilitlenmiş şekilde; emosu, memosu, hipster'ı, hippisi, ağır abisi, entellektüeli, ıvırı, zıvırı vb... genci yaşlısı herkes bir arada. kültürlerin kaynaşması. daha doğrusu kültürlerin tek bir kültür çatısı altında eriyip bitmesi. hepimiz kardeşiz ''we're brothers'' diyip hümanizmi savunan arkadaşlar şu ananeyi bütün dünyaya yayabilse, tüm dünya işte o zaman ''kardeş'' olur. 

öncelikle o müthiş eğlencenin ardından düğün salonu kısmı atlatılmış, salon çıkışında kızını evlendiren ana-baba dahi derdini unutup, arabalara yerleşme kaygısıyla yer kapma derdine düşmüş, herkes sonunda sağ salim kıçını bir araba koltuğuna yerleştirmiş. artık o curcuna araba atmosferinde düğün ahalisi tek bir noktaya odaklanıyor: bu gece bu iki arkadaşı çoşkulu bir şekilde halvete uğurlamak..  işte bu ahval ve şerait içinde kafalar camlardan çıkıyor, eller kollar dışarı salınıyor. herkeste bir çoşku, büyük bir kendini kaybetmişlik hali de cabası. daha biraz evvel salonda annesine ''off ne işim var benim ya burda?'' diyen hipsterımız, mürekkep yalamaktan ciğeleri solmuş, düğün ortamını banal bulan entellektüelimiz bile o çoşkuya kendini kaptırıyor. kaptırmayıp da ne yapacak? 5 kişilik arabaya 9-10 kişi doluşmuş, gel de yanındakine sarılma o arabada. mecbur sarılacan, samimiyet alıp yürüyecek. siktir et karizmayı. katıl o çoşkuya. var mı daha güzel bir an arkadaş? şahsen benim dünya barışını sağlamak için önerim budur; milletleri bir araya getirip anadolumuzun herhangi bir yerinde düğün konvoyuna dahil etmek. bütün krizlere çözüm olmazsa ben de bu işten anlamıyorum arkadaş..

8 Mart 2013

platonik aşk




öyle deme, aşkın en güzeli. uzmanım ben bu konuda.. akarı yok, kokarı yok, hiç bi' şeye bulaşmıyosun. ne gezme var, ne tozma, ne regl tripleri var, ne sevgililer günü kasıntısı, açılma derdi yok, konuşma derdi yok.  insan biraz kanaatkar olmalı, platonik aşklara razı olmalı. hem karşılık verdi, vermedi, aldım,alamadım derdi yok. önemli olan kendini kaptırmamak. platonik aşk da olsa, yeri geldi mi noktayı koyacan aga, bitiricen ilişkiyi. baktın senin değişmeni istiyor, seni sevdiği hallerden vazgeçmeni talep ediyor, kişiliğiyle platonik aşkınıza balta vuruyorsa çizgiyi çekmeyi bileceksin.. durduracaksın. duracaksınız.. ''bu ilişki nereye gidiyor?'' diye insan kendine sormayı bilmeli neticede.

işin kötü tarafı nedendir bilmiyorum ama ayran gönüllüyüm ben. önce birine platonik aşık ol, sonra daha güzel birini gördün, hemen ol aşık ol, sonra daha tatlı birini gördün hooop hemen ondasın. platonik aşkın da bir sınırı olmalı tabi. benim gibi otobüste gördüğün güzele, indiğin durağa kadar, eve gelince komşunun güzeller güzeli kızına, televizyonu açınca baş kadın karaktere şeklinde bir ayran gönüllülük yapmayacaksın.

bi' gün  artık nasıl platonikleştiysem bir defasında platonik aşkımdan karşılık aldım. körün istediği bi göz allah verdi iki göz hesabı. korktum valla. ben seni sevmeyi sevmişim gibi felsefi olarak benden nefret ettirecek laflar ettim. saçmaladım. ''saçmalayınca bile tatlısın'' cevabını aldım. neticede platoniklik çok kötü değil, güzel bile sayılabilir. birbirini tanıyınca genelde ortak noktada buluşması zor oluyor. gel git derken yoruluyorsun. mavi hüzünler biriktiriyor millet. sonra karın üstünde uyuyorsun ama üşüdüğünün farkında değilsin miydi? öyle bi takım sözler. hiç çekemem ben bu tantanayı. çekememeyi bırak, aleni dalga geçerim, ayıp olur. ben karşımdakiyle dalga geçsem de onu düşünen biriyim. yapmak istemem. yine de mavi hüzün biriktirene de bi şey demem.

6 Şubat 2013

iletişim


1957'de ilk uydu uzaya gönderildi. onu bu güne kadar 12,358 tanesi takip etti. 653 tanesi hala yukarıda, işlevsiz, terkedilmiş, bazıları volkswagen büyüklüğünde. bazen içlerinden birisinin gökyüzünden düşüp, dünyaya çarpacağını duyarız. ''uzmanlar'' endişelenmeyin, der. çoğunluğu okyanusa düşer. çoğu zaman da okyanusa düşer, açıkçası haksız çıktıkları zaman etrafta olmak istemem.

güneşler ve yıldızlar patladığında, yeni güneşler ve yıldızlar oluşur ve her seferinde bunlar daha küçük olurlar, daha az enerji taşırlar. tekrar patlayıp da tekrar yıldızları ve güneşleri oluşturduklarında daha da küçülür ve güçsüzleşirler. nihayetinde bütün gaz, ısı ve ışık yok olup gider. galaksiler soğur ve durur.  kaçınılmaz sondan saklanamayız, tüm yaşam birgün bitecek. yaptığımız her şey, planlarımız, umutlarımız, hepsi beyhude.

derler ki, bir adamın çöpü başka bir adamın zenginliğidir. denizdeki balık gibi, birisinin istemediği, ihtiyaç duymadığı bir şeyi ondan alırız. antikacıya gider ve müzayedeye tonlarca para dökeriz, kazanınca da gurur duyarız. bazen de sevdiğimiz biri ölünce, en aptalca eşya, anahtarlık, yıpranmış elbiseler bir anda çok kıymetli hale gelir, bir saygı ikonu olur.

insan, konuşacak, dedikodu ve telefonda seks yapacak birilerini arıyordu. insanın iletişimin yayılması ve ilerlemesi için planlar yapıyor. İnsan gökyüzündeki zihinsel mesajların hepsini alıp tamamen çıldırdığında, matbaa için kesecek hiç ağaç kalmadığında ve bu yüzden soluyacak oksijenimiz kalmadığında, uydular aşırı kullanım yüzünden yanacaklar ve gökyüzünden düşecekler. biz de televizyonda dünya anamızın son günlerini, realite şovlarını izlerken sevdiklerimize ümitsizce telefonlar açarak geçiriyor olacağız. kim bilir, belki iletişim bir gün yine ilk başlardaki gibi olur..

31 Ocak 2013

sublimate





Büşra ve Ali diyet yapmaya karar verirler. daha iyi beslenip, sağlıklı olup, uzun yaşamaya çalışırlar. bunda ne yanlış var ki? ancak deneylere göre, Ali'nin kolestrolünü düşürmeye çalışırken yaşadığı stres en az kolestrol kadar zarar veriyor, stres kolestrolü yükseltiyor. peki yağ içermeyen ürünler ne durumda? tadı iyi olsun diye içine şeker yüklüyorlar. yani büşra kilo vermeye çalışırken, kan şekeri seviyesini yükseltiyor ve diyabet riski artıyor.

Şişe suyu.. bunda nasıl bir kötülük olabilir ki? şişeler arkadaşım, bunun için her sene 3.6 milyon ton plastik kullanılıyor. yani soluduğumuz havaya daha fazla zehirli gaz karışıyor. yani doğal davranmaya çalışarak, aslında kendimizi öldürüyoruz. hatta tüm gezegeni öldürüyoruz.

Her neyse, Büşra ve Ali evlenmeye karar verirler. Ali, Büşra'ya güzel ve büyük bir elmas yüzük alır. güzel; ama Afrika'daki insanların bu kıymetli küçük taşlar yüzünden sefalet halinde yaşadığını varsaymazsak. her gün o tehlikeli madenlerde insanlar ölüyor. elmas ticareti yüzünden çıkan iç savaşlarda erkekler hiç uğruna can veriyor. her neyse Ali ve Büşra evlenirler, çocukları olur. çocuklarını örnek vatandaş olsunlar diye yetiştirirler, kanunlara uymayı öğretirler, başka ırklara, farklı cinsiyetlere, farklı inançlara saygıyı öğretirler. düşününce, çocuklara farklılıkları bu kadar gösteriyor olmamız ayrımcılık tohumlarını ekmekle aynı çizgide değil mi? küçük Ali'yle, küçük Büşra'yı kör mü ediyoruz? onları kendi yollarını bulmalarına fırsat vermek yerine yönlendiriyoruz ve sadece bizi ayıran farklılıkları ve benzer yanlarımızı görebiliyorlar.

22 Ocak 2013

fil hafızası



anlatılanlara göre;

bir güney afrikalı aktivist ve düşünce adamı olan m'mombe akaruka 1937 yılında afrika'da çölleri geziyormuş. amacı, fakir halkın nasıl bir yaşantıya sahip olduklarını görmek, bunları belgelemek ve bu konuya dikkat çekebilmekmiş.

gezisinin ikinci haftasında çöllerden birinde yürürken uzakta bir fil görmüş. hemen bir çalının arkasına saklanmış. çünkü geziye çıkmadan önce , fillerin kendilerini tehdit altında hissettiklerinde saldırganlaşabildikleri üzerine uyarılar almış. bu yüzden filden kendini saklamayı düşünmüş. 

bir süre çalının arkasından fili izlemiş. yanına yaklaşırsa onu tek bir hortum darbesiyle öldürebilecek kudrette bu yaratığa uzun süre bakmış. garip olan bir şey varmış. çünkü fil hem yalnız başınaymış hem de inler gibi sesler çıkarmaktaymış. akaruka bir süre oraya gidip gitmemek arasında kararsız kaldıktan sonra çalının arkasından yavaşça çıkmış ve tedbiri elden bırakmadan file yaklaşmış.

fil onu gördüğünde önce hortumunu havaya kaldırmış ama hemen akabinde başını hafifçe öne eğmiş. devasa hayvan akaruka'ya yaklaşmış. akaruka her ne kadar korksa da o an başına gelen şeyin sıradışı bir yönü olduğundan eminmiş. bu yüzden yerinden kıpırdamamış.

fil akaruka'ya on metre mesafede durmuş. önce acı bir şekilde ses çıkarmış, sonra da sağ ayağını havaya kaldırıp yere vurmuş. akaruka buna anlam veremeden filin gözlerine bakmış. filin gözlerinin nemli olduğunu fark eden merhametli aktivist file bir adım atmış. fil tekrar acı bir şekilde bağırıp sağ ön ayağını havaya kaldırıp yere vurmuş. akaruka korkusundan file bir süre yaklaşamamış ve bu süre içinde fil defalarca aynı hareketi tekrarlamış.

akaruka en sonunda filin yanına kadar sokulmuş ve filin havaya kaldırıp yere vurduğu ayağını eliyle tutmuş. hayvan daha da acı inlemeye başlamış. akaruka filin ayağını ters çevirip baktığında, zavallı hayvanın ayağına dev ve sivri bir odun parçasının battığını görmüş. hayvanın canını yakmadan odun parçasını çıkarmış ve geriye çekilmiş. odun parçası çıktıktan sonra rahatlayan fil şiddetli bir ses çıkarmış. arkasını dönmüş, tam yola koyulacakken akaruka'ya dönüp bir kez daha ses çıkardıktan sonra uzaklaşmış. akaruka yıllarca filin minnettarlığını her yerde anlatmış. bu esasında insanlara örnek olması gereken bir minnettarlıkken, bunu sadece bir filin gösterebilmesi hep hafızasının önemli bir yerini kaplamış.

aradan yirmi küsür yıl geçtikten sonra 1949 senesinde, akaruka beş yaşındaki oğlu kankunte ile güney afrika'da bir hayvanat bahçesine gitmiş. kafesleri gezerlerken fillerin bulunduğu yere gelmişler. tam filleri izleyip, başka yere yönelecekken kafesin önüne bir fil gelmiş. akaruka'nın gözlerine bakarak acı bir şekilde bağırmış ve sağ ön ayağını havaya kaldırıp sertçe yere vurmuş. akaruka hayrete düşmüş. seneler önce, hayatını etkileyen tecrübenin öznesi miymiş acaba bu fil? "aynı fil olabilir mi acaba" diye tekrar tekrar düşünmüş. fil bu sırada defalarca bağırıp, sağ ön ayağını yere vurmuş. böylesi kuvvetli bir hafıza ve vefa akaruka'yı derinden etkilemiş.

akaruka kafese tırmanıp içeri girmeye karar vermiş. etrafta kimse yokken kafesten içeriye tırmanmış ve filin yanına gitmiş. tam fili sevecekken, acıklı ve minnettar gözlerle bakan filin bir anda bakışları değişmiş. hortumuyla akaruka'yı kavradığı gibi kafesin parmaklıklarına vurmuş. akaruka'yı yirmi otuz kere yere çalmış. akaruka'nın önce boynu kırılmış ardından kafatası parçalanmış. ünlü aktivist kafeste filin darbeleriyle can vermiş.

yani büyük ihtimalle aynı fil değilmiş. başka bir filmiş. akaruka sik gibi emin olmadan kafese dalmış. ne gerek vardı?


15 Ocak 2013

Van Gölü Canavarı



nerdesin van gölü canavarı? nerde hakikaten? bilen, duyan, gören yok mu? bence bu konunun bir oldu bittiyle üstünün örtüldüğü. uğur dündar bile gitti, canavarı aradı, saadettin teksoy'dan bahsetmeme bile gerek yok zaten.. yok canavar değilmiş de, yok göle inekler girip yüzüyomuş da, yok onları canavar sanmışlar da falan filan. bakın ne kadar basit bir senaryo di mi? ulan ben senelerdir denize girip yüzmeye çalışırım, bi türlü öğrenemedim yüzmeyi, o inek nerden yüzecek? nasıl yüzcek?

hem bir inek boyutuna haiz biri olarak kimse beni canavar sanmadı? bu bir çelişki değil mi? hem böyle kendi başına takılan inek olur mu? bunlar sürü halinde gezer. bize öyle bir inek tarif ettiler ki; ''kendi başına takılan, canı isteyince göle girip yüzen, arada bir kafasını gösterdiğini de hesaba katarsak göle dalıp dalıp çıkabilen'', e böyle inek olur mu la? 

sen bana özgür iradeye sahip birini tarif ediyorsun. sanki van gölü'ne nazır bir evde ikamet ediyor bu inek. devletin gizli saklı köşelerde geliştirdiği bir canavar olabilir diye düşünüyorum. tabi bunu bizim devlet değil de muhtemelen amerika geliştirip göle bırakmıştır. üstelik son yıllarda gölde yapılan araştırmalar gölün soda yoğunluğunun azaldığını gösteriyor. gördüğünüz gibi canavar halen oralarda ve soda içiyor. sanırım neyi yediklerini anladınız. inekleri yiyor canavar. yani inekler buz dağının görünün yüzü. koyunu, inek zanneden bir komşum olmuştu da, van'lı kardeşlerimin ineği canavar zannedeceklerini hiç sanmıyorum. ortaya koyduğum bulgular yakın zamanda bu dosyanın tekrardan açılmasını sağlayacaktır diye umuyorum. acaba medyaya kimler sus payı yedirdi bu hadisede? evet, kurcaladıkça mide bulandıran bir dosya bu. ve görülüyor ki; canavar halen gölümüzde.