28 Mart 2013

zenginlik

zor iş, gerçekten bak, ya da bana öyle geliyor. neticede bu para da gökten yağmıyor ya bu zenginlerin başına. bir şekilde kazanıyorlar. yöntemi karıştırma, günahlarını alacak değilim. tabi zengin yaşantısı bana uzak olduğundan ordan burdan gördüğümle değerlendirecem belki ama üç aşağı beş yukarı böyledir. 

mesela; ali ağaoğlu. tiril tiril giyiniyor adam di mi? umut sarıkaya'da sık sık belirtiyor zati bunu. tiril tiril adam. sürekli şık, böyle resmi bi kıyafetler, en normal giydiği takım elbise. tabi bir de filmlerden gördüklerimiz var. büyük başın büyük derdi olur diyorlar ya, sürekli bi fitne fesat işlerle uğraş. işte biri senin kuyunu kazsın, sen ona karşılık ver, sürekli fitne fücur. insanın ruhu daralır, kalbi kararır böyle fesatlık düşüne düşüne. 

bi' de duvara yüzü dönüp konuşarak viski içmek var tabi. ya zaten düşmana bi kere sırt dönülür mü, baştan o kısım yanlış da, işin viski kısmı kötü. ben yapamam şahsen. şarhoşluğum kötü benim, içince sürekli öpülmek isteyen biriyim. sarhoş kafa, bunun önünü alamam sonra. 

sürekli toplantılar var sonra, git katıl, sonra konuşma yap kerli ferli bir sürü kalantorun önünde. topluluk önünde konuşmak zaten ayrı bir sıkıntı. sonra bu kalantorlarla sürekli ''evet efendim, sepet efendim''li konuş. sevmediğin, nefret ettiğin bi adama bile ''siktir git lan şurdan dalyarrağı'' diyemiyorsun. paranla rezillik gibi bi' şey. 

yanında sürekli binlerce lira taşıyorsun bi de. bu da ayrı bi telaş unsuru. ulan benim cebimde 100 lira olsa beni alıyo bi dert, bu kadar para başıma bela olur diye. yanımda binlerle dolaşsam kapkaça uğrayacam diye sağımı solumu kontrol etmekten yolda yürüyemem. gördüğün gibi yanımda taşıdığım paranın miktarından daha kaybediyorum ben. özeniyoruz falan ama ne bileyim, sanki zenginlik başa bela gibi. gerçi şimdi cebimde 20 lirayla böyle yazınca bi samimiyetsizlik gibi gelebilir dışardan ama harbiden öyle değil. kendi yağımda kadar kızarmak daha güzel geliyor bana. yağa benle beraber ekmek bandıran biri daha olsun yeter bana.

10 Mart 2013

ne diyoduk?



bazen insanın içinden hiç gelmiyo yazmak. öyle kalıyorsun, yazmak istiyorsun ama elin gitmiyo.  kağıt sana, sen kağıda bakıyorsun. yok, olmuyor bi türlü. insanın kafasında herhangi bir şeye dair yazacak bir şey olmaz mı? olmuyo işte amına koyim. nasıl olmuyor? bilmiyorum. bazen gerçekten kafa diye saksı taşıyomuşum gibi geliyor. annem hep derdi saman dolu o kafan diye. belki de...

bazen de bu kafa artık pistonları mı yakmaya başlıyor, o durgun geçirdiği zamanların hıncını mı alıyor nedir bilmem, olur olmadık şeylere dair paragraflarca, sayfalarca yazabiliyorum. mesela mauritius adası. mauritius'a dair bir şeyler yazan bir zihnim var la benim, bilmiyorum neden. resmi dillerini, başkentini, turistik alanlarını, milli takım oyuncularını biliyorum. böyle tövbe bismillah;
deforme olmuş sanırım benim kafa. normal çalışmıyor. yaralı parmağa işeyen konulara değineyim istiyorum; ama beceremiyorum arkadaş.. yazma konusundaki arzumu, varsa maharetimi, öyle lüzumsuz ve fevkalade gereksiz şeylere harcıyorum; ama kendimi  durduracak da değilim. seviyorum böyle takılmayı. dünyayı kurtarmak gibi bir niyetim yok. götümü kurtarsam yeter.. o arada biraz da geyik yapsam kâfî benim için.

ben büyümek, öyle siyasi, tarihi afilli şeyler yazmak istemiyorum. büyümek de istemiyorum aslında.. hayatımda bu derece istemediğim halde bana dayatılan ikinci bir şey daha görmedim. her gün, bir önceki güne göre daha bir büyüyorum; amma velakin bunun önüne geçmek için yapabileceğim hiçbir şey yok. göz göre göre elden gidiyor çocukluğum, gençliğim, leblebi tozum..

artık herkes tarafından ciddiye alınmamdan bahsetmiyorum bile. çocukken yaptığın şeyleri, söylediklerini kimse ciddiye almazken bugün herkes ağzımın içine bakıyor, hareketlerimden öküz altında buzağı aramaya kalkıyor. bol keseden atış artık yasak. evimize misafirliğe gelenler dün babamla sohbet ederken bugün babama hal hatırı sorduktan sonra dönüp benimle sohbete başlıyor. büyümek, zorla öne çıkmaya sebep oluyor. her şeyinden bir anlam bekleniyor. anlamsızlıklara, absürdlüklere hasret bıraktırıyor.

işin kötü tarafı; mevzuya yeni ayıktım ben. bir kaç zaman önce olsaydı büyümemek için bir çare düşünürdüm; ancak büyümenin boktan bi' şey olduğunu farkettiğimde çoktan büyümüş olduğumu da farkettim ve yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. zaten bizim bakkalda da leblebi tozu satılmıyordu artık. pardon, orası da artık bakkal değildi, süpermarket olmuştu.


buraya kendi hoşuma giden şeyleri yazıyorum; ama geçen bir arkadaş dedi ki; ''sen artık komikli şeyler yazmayı bırakıp, siyaset yazmalısın''... bak bak, beni kurtların önüne atıp parçalatacak he mi? ''senin gibi boş boş şeylere yazacağıma hiç yazmam daha iyi'' diyor. yani şimdi ben boş şeylere mi yazıyorum? öyle midir? ulan ne yazsam dolu olacak bilemiyorum ki. birilerinin de benim değindiğim şeylere değinmesi gerekmez mi? bence gerekir. birileri ciddi şeylere değinirken birileri de sike sürülmeyecek şeylere değinmeli ki armoni, pardon harmoni yakalansın. budur yazmak işte hafız. serbest sıçıp saçmalamak. kafanın her yanını ortaya koymak. siz bakmayın lafı uzattığıma.. kıssadan hisse; pompaya devam.

9 Mart 2013

konvoyun birleştiriciliği



şu dünyada insanların arasındaki bütün farklılıkları kaldırıp herkesi birbirine eşitleyen en etkili organizasyonlardan biridir, düğün konvoyları.  insanlar arasındaki bütün mesafeler kalkıyor, herkes bir amaca kilitlenmiş şekilde; emosu, memosu, hipster'ı, hippisi, ağır abisi, entellektüeli, ıvırı, zıvırı vb... genci yaşlısı herkes bir arada. kültürlerin kaynaşması. daha doğrusu kültürlerin tek bir kültür çatısı altında eriyip bitmesi. hepimiz kardeşiz ''we're brothers'' diyip hümanizmi savunan arkadaşlar şu ananeyi bütün dünyaya yayabilse, tüm dünya işte o zaman ''kardeş'' olur. 

öncelikle o müthiş eğlencenin ardından düğün salonu kısmı atlatılmış, salon çıkışında kızını evlendiren ana-baba dahi derdini unutup, arabalara yerleşme kaygısıyla yer kapma derdine düşmüş, herkes sonunda sağ salim kıçını bir araba koltuğuna yerleştirmiş. artık o curcuna araba atmosferinde düğün ahalisi tek bir noktaya odaklanıyor: bu gece bu iki arkadaşı çoşkulu bir şekilde halvete uğurlamak..  işte bu ahval ve şerait içinde kafalar camlardan çıkıyor, eller kollar dışarı salınıyor. herkeste bir çoşku, büyük bir kendini kaybetmişlik hali de cabası. daha biraz evvel salonda annesine ''off ne işim var benim ya burda?'' diyen hipsterımız, mürekkep yalamaktan ciğeleri solmuş, düğün ortamını banal bulan entellektüelimiz bile o çoşkuya kendini kaptırıyor. kaptırmayıp da ne yapacak? 5 kişilik arabaya 9-10 kişi doluşmuş, gel de yanındakine sarılma o arabada. mecbur sarılacan, samimiyet alıp yürüyecek. siktir et karizmayı. katıl o çoşkuya. var mı daha güzel bir an arkadaş? şahsen benim dünya barışını sağlamak için önerim budur; milletleri bir araya getirip anadolumuzun herhangi bir yerinde düğün konvoyuna dahil etmek. bütün krizlere çözüm olmazsa ben de bu işten anlamıyorum arkadaş..

8 Mart 2013

platonik aşk




öyle deme, aşkın en güzeli. uzmanım ben bu konuda.. akarı yok, kokarı yok, hiç bi' şeye bulaşmıyosun. ne gezme var, ne tozma, ne regl tripleri var, ne sevgililer günü kasıntısı, açılma derdi yok, konuşma derdi yok.  insan biraz kanaatkar olmalı, platonik aşklara razı olmalı. hem karşılık verdi, vermedi, aldım,alamadım derdi yok. önemli olan kendini kaptırmamak. platonik aşk da olsa, yeri geldi mi noktayı koyacan aga, bitiricen ilişkiyi. baktın senin değişmeni istiyor, seni sevdiği hallerden vazgeçmeni talep ediyor, kişiliğiyle platonik aşkınıza balta vuruyorsa çizgiyi çekmeyi bileceksin.. durduracaksın. duracaksınız.. ''bu ilişki nereye gidiyor?'' diye insan kendine sormayı bilmeli neticede.

işin kötü tarafı nedendir bilmiyorum ama ayran gönüllüyüm ben. önce birine platonik aşık ol, sonra daha güzel birini gördün, hemen ol aşık ol, sonra daha tatlı birini gördün hooop hemen ondasın. platonik aşkın da bir sınırı olmalı tabi. benim gibi otobüste gördüğün güzele, indiğin durağa kadar, eve gelince komşunun güzeller güzeli kızına, televizyonu açınca baş kadın karaktere şeklinde bir ayran gönüllülük yapmayacaksın.

bi' gün  artık nasıl platonikleştiysem bir defasında platonik aşkımdan karşılık aldım. körün istediği bi göz allah verdi iki göz hesabı. korktum valla. ben seni sevmeyi sevmişim gibi felsefi olarak benden nefret ettirecek laflar ettim. saçmaladım. ''saçmalayınca bile tatlısın'' cevabını aldım. neticede platoniklik çok kötü değil, güzel bile sayılabilir. birbirini tanıyınca genelde ortak noktada buluşması zor oluyor. gel git derken yoruluyorsun. mavi hüzünler biriktiriyor millet. sonra karın üstünde uyuyorsun ama üşüdüğünün farkında değilsin miydi? öyle bi takım sözler. hiç çekemem ben bu tantanayı. çekememeyi bırak, aleni dalga geçerim, ayıp olur. ben karşımdakiyle dalga geçsem de onu düşünen biriyim. yapmak istemem. yine de mavi hüzün biriktirene de bi şey demem.